TİP'in Portreleri

Aylin Açıkgöz
TİP Hatay Milletvekili Adayı
Defne Konteyner Kent Gönüllüsü
Öğrenci

Başında gökkuşağı renklerinde bir bandana var. Kucağında bir sarman kedi. İri, koyu renk gözleri ışıl ışıl parlıyor.
Gülümsüyor, hep gülümsüyor. Bir yandan da hızlı hızlı konuşuyor.

Hızlı konuşuyor çünkü yaşadığı konteyner kentte yapılacak çok iş var ve bir an evvel işinin başına dönmesi lazım.

Aylin Açıkgöz 25 yaşında.
Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Kimya Bölümü’nde 4. sınıf öğrencisi.
Aynı zamanda iki buçuk senedir Türkiye İşçi Partisi üyesi ve Hatay İl Gençlik Sekreteri.
Depremden sonra ise, partinin Defne’de kurduğu konteyner kentte gönüllü olarak çalışmaya başlamış.

Geçmiş olsun diyorum. İçtenlikle teşekkür ediyor. Aylin’in yakın ailesinde kayıp yok. Ama yaşadıklarının, tanık olduklarının acısı gelip yüzünün orta yerine oturmuş. Gözünde yanıp sönen ışıklara hiç uymayan bir hüzün var yüzünde. Aylin de bölgedeki çoğu insan gibi evini kaybetmiş. “Partinin il örgütünün olduğu bina da yıkıldı,” diyor. Şimdi molozları bile kaldırmışlar. Yerinde kocaman bir boşluk varmış. Arada bir önünden geçip bakıyorlarmış. “Geriye bir tek bu kaldı,” deyip çantasını karıştırmaya başlıyor. Ne çıkacak diye beklerken, bir tomar anahtar çıkarıp gösteriyor. Parti binasının anahtarı bu. “Benim için çok değerli, atamam,” diyor. Neden sakladığını soruyorum. “İnsanın evi, kendini güvende hissettiği, mutlu olduğu, sevdiği insanlarla birlikte iyi vakit geçirdiği yerdir,” diye cevap veriyor. “Orası benim güvenli alanım, arkadaşlarımla beraber gülüp eğlendiğim, öğrendiğim, kitap okuduğum, kim bilir kaç kere çay demlediğim yerdi.” Aylin için anahtar bir gün evine geri döneceğinin işareti, çıkardığı gibi gerisin geriye çantasına koyuyor onu.

Aylin Hataylı. Çocukluğu Antakya çarşısının içinde geçmiş. Esnaf bir aileden geliyor, ağabeylerinin çarşıda dükkânı varmış. “Çarşıda büyüdüm ben,” diyor. Ramazan ayında çarşı çok kalabalık olurmuş. Çarşı esnafı iftardan sonra sokağa küçük tezgahlar kurarmış. “O tezgahların arkasına biz geçerdik. Öyle küçük şeyler satmamıza izin verirlerdi. Çorap, toka, bunun gibi şeyler. Bağıra bağıra onları satardık. Hatırladığım en eğlenceli şeylerden biri bu.” Çocukluğundan söz ederken heyecanlanıyor, elleri kolları hareketleniyor. Çarşının seslerini, görüntülerini bana anlatmanın imkansızlığını fark ettiğinde, yine yanına düşüyorlar sonra. Kedi bu kadar harekete dayanamayıp kucağından atlayıp gidiyor.

 

“Yemek yedin mi?” diye soruyorum. Tam yemek saatinde buluştuk çünkü. Aylin ancak akşamları zaman bulabileceğini söylemişti. Onu aç aç fazlaca tutmak istemiyorum. Yemiş, evet. Konteyner kentin yanındaki Adana Büyükşehir Belediyesi’nin aşevi bugün pilav üstü et dağıtmış. Bunu söylerken utanıyor, konuşma sırasında birçok kez yaptığı gibi elleriyle yüzünü kapatıyor. “Siz yediniz mi?” diye soruyor hemen. Aylin’in kendinden önce başkalarını düşündüğünü daha sonra da göreceğim. Ama bu koşullarda bunu söylemesi beni duygulandırıyor. Yiyeceğim, diyorum. Konuşma bittikten sonra. 

Sümerler Defne Dostluk Çay Bahçesi’ndeki konteyner kentteki günlük hayattan söz edelim istiyorum.  Anlattıklarından öyle anlıyorum ki, Aylin her türlü işe koşuyor. Mesela bugün bir kanserli hastayı ziyarete gitmiş. Sonra doğum yapmak üzere olan bir genç kadın için yeni doğan bebek seti hazırlamış. Bir ara yakınlardaki tarım alanına moloz döküldüğü haberi gelince, bunu engelleyebilmek için hep birlikte oraya gitmişler. Kendine zaman ayırıp ayırmadığını soruyorum. Kitap okumak pek mümkün değil. Aylin bazen şiir kitapları okuyor. Romana, hikâyeye zaman yok. Bir de müzik dinliyor. “Dağıtıma çıktığım zaman kulağıma hep müzik takıyorum, çünkü çok özlüyorum,” diyor. Daha çok 90’lar pop dinliyormuş. Haramiler’den “Mavi Duvarlar”ı çok seviyormuş.  Bir de Semira Tevfik’ten “Ya yuni” adlı şarkıyı dinliyormuş. Ben şarkının adını not alırken, “Biz burada çok Arapça şarkı dinleriz,” diye açıklıyor.

Aylin konteyner kentte en çok üniversiteye hazırlanan öğrencilerle vakit geçiriyor, onlara test kitapları dağıtıyor, ders çalışmalarına yardımcı oluyor, dertlerini dinliyor. “En önemlisi genç arkadaşların umudunu kaybetmemesi,” diyor. Sanki kendisi de genç değilmiş gibi, büyük bir ağırbaşlılıkla söylüyor bunu. “Ya sen?” diyorum, “Sana umut veren bir şeyler oluyor mu?” Yine gözlerinin içi parlıyor, oradan başlayan bir gülümseme yüzüne yayılıyor. Aylin bütün bedeniyle gülebilen insanlardan. Ellerini bana doğru uzatıp avuç içlerini gösteriyor. İki avucunda solmaya yüz tutmuş kına izlerini görebiliyorum. Geçenlerde konteyner kentte kalan bir arkadaşının ablasına kına gecesi yapmışlar. Aslında düğünleri olacakmış. Deprem olmasaymış tabii. Sonra birileri önayak olmuş, Aylin’in teyzesi kınayı hazırlamış ve şarkılarla türkülerle bütün merasim eksizsiz yerine getirilmiş. Gelinin annesi çok ağlamış. Herkes ağlamış. “Ama çok güzel oldu,” diyor Aylin. Anlatırken onun da biraz gözleri yaşarıyor.

Bu özel günden bir başka özel güne geçiyoruz. Aylin 6 Şubat’ta doğmuş. Onun 25 yaşına girdiği gün, Türkiye tarihinin en büyük depremlerinden ikisi yaşandı. Aylin’in yaşadığı şehir yerle bir oldu, çocukluğundan beri tanıdığı sokaklar, yüzler yok oldu. Gelecek seneki doğum gününden ne bekliyorsun diye soruyorum ona. Sorar sormaz pişman oluyorum. Bunu sormamalıydım. Oysa Aylin büyük bir hevesle cevap veriyor: Mezun olmayı bekliyor. Gelecek sene diplomasını almış olacak. Kendisi için bunu istiyor. Hatay içinse, umutları daha büyük. Gelecek sene o gün, insanların temel ihtiyaçları karşılanmış, yeniden istihdam alanları yaratılmış, şehir düştüğü yerden yavaş yavaş da olsa doğrulmaya başlamış olsun. Bunları istiyor. “Yeniden bayramların kutlanabildiği bir şehir olsun,” diyor, “Kıddes, Ras el Seni, bizim çok güzel bayramlarımız var.” Bayramların güzelliğini tam olarak aktaramadığı için hayıflanıyor. Keşke nasıl olduklarını anlatabilse, bana gösterebilse. “Biz buradayız,” diyor. “Buradaki yaşamın çarklarını döndürürüz. Ama bize bunları yaşatanlar hesap vermediği sürece, gönül rahatlığı içinde yaşayamayız.”

Aylin, Türkiye İşçi Partisi ile yine bir deprem koordinasyonunda çalışırken tanışmış. Partinin kendisi için bir okul olduğunu söylüyor. Elazığ Depremi ertesinde, yardım kolileri hazırlarken katıldığı TİP’in gitgide büyüdüğünü ve güçlendiğini anlatıyor gururla. Gençlerin oylarının önümüzdeki seçimde belirleyici olacağını düşünüyor. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki direnişin, özerk üniversite talebinin terk edilmemesinin kendisi gibi birçok öğrenciye ümit verdiğini söylüyor. Bütün baskılara ve yıldırmalara rağmen, umutlu olmak için çok sebebimiz var ona göre. Peki, o Meclis’te olsa ne yapardı? İlk gündemi deprem olurdu elbette. Ama depremden önce sorsaydım, bilimsel eğitim, dermiş. “İktidarı devirmek gerekli ama yeterli değil,” diyor “bizim kökten bir dönüşüme ihtiyacımız var ve bu da eğitim sistemini değiştirmekle mümkün olur.” Her şeyden önce eğitim herkesin ulaşabileceği bir şey olmalıymış. Bireyselleşmiş, tektipleşmiş, ezbere dayalı, bilimsellikten uzak bir eğitimle hiçbir yere varamayız diye anlatıyor. Kendisini ifade etmekte zorlanmıyor, düzgün ve açık bir dille konuşuyor. “Dar seçeneklere sıkışmak istemiyoruz. Herkesin mesleğini özgürce ve yetenekleri ölçüsünde seçebileceği, yaratıcı bir şekilde çalışabileceği ve mutlu olacağı bir sistem istiyoruz.”

 

Aylin’i bir yerlerden çağırıyorlar. Konuşmayı sonlandırmamız lazım. Bu kısacık zamanda ona alıştığımı hissediyorum, veda etmek zor gelecek. Haberleşiriz Aylin, diyorum, eklemek istediğin bir şey var mı?

“En büyük ihtiyacımız sesimizin duyulması diyor. Hani siz de izlemişsinizdir, ‘sesimi duyan var mı’ diye bağırıyorduk ya? Onun gibi işte. Hâlâ aynı. Şunu ömrüm boyunca söyleyeceğim, şimdi de söyleyeyim: Burada büyük bir katliam yaşandı. Bizi ölüme terk ettiler. Hayatta kalanları da bu zor koşullarda yaşamaya terk ettiler. Bunun hesabını vermeleri gerekiyor. Bunun bir daha yaşanmaması gerekiyor.”

Yazar: Meltem Gürle
Çizer: Zeynep Özatalay