Ümit Hanım 1941 doğumlu. “82 yaşındayım,” diyor gururla. Uzun yıllar İstanbul Çay Paketleme Fabrikası Muhasebe Servisi’nde Kasa Sekreteri olarak çalışmış. Emekli işçi. Güzel yaşlanmış bir kadın. Zaten yaşını pek göstermiyor. Konuştukça gençleşenlerden. Beyaz saçları özenle kesilip taranmış. Kulaklarında küçük zarif küpeler var. “R”leri hafifçe yumuşatarak, sanki ağzında çok tatlı bir şey varmış gibi yuvarlayarak söylüyor.
“Benim annem Rum’du. Bilmem bunu yazabilir misiniz?” diyor. “Yazarız” diyorum boğazım düğümlenerek. Bu küçücük cümlede ne çok acı gizli. Ama o bunları anlatmıyor, ben de sormuyorum. Kurtuluş, Feriköy, Pangaltı. Buralarda büyümüş. Çocukluğundan hatırladığı güzel anılardan biri, Ayten Alpman’ın bisikletinin selesine oturup mahalleyi turlamış olmak. Teyzesi ile Alpman iyi arkadaşlarmış. Dolaşmaya çıktıklarında, onu da bisiklete koyup gezdirirlermiş. “Bayram olunca onlar bize gelirlerdi, onların bayramı olunca biz giderdik. O eski İstanbul’u çok özlüyorum,” diye anlatıyor.
Türkiye İşçi Partisi’nde yeni olduğumu söylüyorum, kendimi tanıtıyorum. O ise kuruluşundan beri partideymiş. Peki ya eskiden, bir siyaset deneyimi var mıydı? Örgütlü değilmiş ama ilk “reyini” Türkiye İşçi Partisi’ne vermiş 1965 seçimlerinde. “On iki yaşından beri sosyalistim ben,” diyor. Sesinde yine gurur var. Bunu biraz anlatmasını istiyorum. İnsan on iki yaşında nasıl sosyalist olur? “İlkokulu bitirdiğim sene babam birden hastalandı ve çalışamaz hale geldi,” diyerek başlıyor. Sesinin tonundan, çenesini hafifçe yukarıya kaldırmasından, gözlerini bir noktaya dikerek konuşmasından, yıllar önce gerçekleşmiş bu olayın anısının hâlâ çok canlı olduğunu hissediyorum. Bu olayla birlikte, zaten güçlükle geçinen ailenin hayatı tamamen alt üst olmuş. Annesi bir iş bulup çalışmaya başlayınca, küçük Ümit hasta babası ile altı yaşındaki kardeşinin bakımını üstlenmek zorunda kalmış. “Gecekondu çocuğuyum ben, Hürriyet Tepesi’ndeydi evimiz,” diyerek anlatmaya devam ediyor, “Bir gün yıkım ekipleri geldi. Polisler binanın etrafını çevirmişti. Ellerinde evi yıkmak için bir karar vardı. Bunun üzerine babam yatağından kalkıp çatıya çıktı, kendini de evi de yakacağını söyledi. Polisler babamı indirip dövdüler, bizi hırpaladılar. Küçücük çocuk ne yapabilir? Babamı onların elinden kurtaramadım. Nazım Hikmet çok gündemdeydi o ara. Türkiye’den ayrılmış, vatandaşlıktan çıkarılmıştı. Polislerden biri, bunlar Nazım Hikmet’in çocukları, başlarını şimdiden ezmek lazım dedi.” Belediye o gün evi yıkamamış, polisler de sonunda gitmişler. Ama o bu olayı hiç unutmamış. “Böylece hangi tarafta olduğum da ortaya çıktı,” diyor acı acı gülerek.
Babasının hastalığı nedeniyle okulu bırakmak zorunda kalmak ona çok dokunmuş. Pencereden bakıp ortaokula giden arkadaşlarını izler ve hayıflanırmış. “Fakat ben de kendimi yetiştirdim,” diyor. “Hırslandım mı, ne oldu artık bilmiyorum. Elime ne geçerse okumaya başladım.” Sonra muzipçe ekliyor, “Nazım Hikmet ile başladım tabii. Çok büyük hayranıyım.” Konuşmanın başında, siz de bana soru sorabilirsiniz dediğimde, mesleğimi merak etmişti. Edebiyatçı olduğumu, öğretmenlik yaptığımı biliyor. Bunu hatırlayıp sevdiği yazarları saymaya başlıyor. Uzun uzun sohbet ediyoruz bu konuda. O kadar rahat, o kadar doğal bir şekilde anlatıyor ki, söyleşiyi unutup kendimi konuşmanın akışına kaptırıyorum. Ümit Hanım’ın edebiyat zevki birinci sınıf. Bütün klasikleri okumuş. Rus edebiyatını özellikle çok seviyor. Hafızası da benimkinden daha iyi: karakterlerin isimlerini bir bir hatırladığı gibi, eğer romanlar filme uyarlanmış ise, aktörleri de hiç teklemeden sıralıyor. Tolstoy’u bütün romancılar arasında ayrı bir yere koyuyor. “Onda başka bir şey var,” diyor. Var hakikaten. Gerçekçiliğini çok etkileyici buluyormuş. Tolstoy’un adalet duygusundan, tarım işçilerinin, köylülerin hayatlarını aktarmaktaki başarısından söz ediyoruz. “Ama toprak ağasıydı biliyorsunuz,” diyorum, “sosyalistlere de biraz burun kıvırır aslında.” Bu konuda anlaşamıyoruz. Sonra birden “Horst Buchholz!” diyor Ümit Hanım. 1958 yapımı Diriliş uyarlaması Alman filminde Nehludov’u canlandıran aktörün adını düşünüyordu, onu hatırladı.
Türkiye İşçi Partisi’ne üye olurken aklınızda ne vardı diye soruyorum. İşçi olarak, daha sonra da emekli işçi olarak yaşadığı sıkıntıları anlatıyor. “Zulüm hep vardı, ama şimdi işler daha da zorlaştı,” diyor. Yanlış anlamayayım diye önden söylüyor: “Bakın ben kendi çıkarımı düşündüğüm için söylemiyorum bunları. Ben de güçlük çektim, ama mesele bu değil. Çocuk bezi 160 lira olmuş, bir anne çocuğuna nasıl bakabilir? Kıymanın kilosu 300 lira, ailenizi nasıl doyurabilirsiniz?” İşçilerin “daha ferah, daha özgür” yaşamalarını istediği için üye olmuş partiye. 860 işçinin çalıştığı bir fabrikada görev yaptığını, orada yaşanan sıkıntıları dayanışarak, yardımlaşarak çözmeye gayret ettiklerini anlatıyor. “İşçilerin kaynaşmasını istemeyen bir idare vardı, ama biz yine de kaynaştık, birbirimize destek olduk,” diyor. Bu süre zarfında yaşadıklarının üzerinde derin bir iz bıraktığı anlaşılıyor: “Okumak isteyen bir çocuğu okutamamak ne büyük bir acıdır! Karnı aç birini doyuramamak ne büyük bir acıdır!”
Nasıl bir Türkiye istiyorsunuz diye sorduğumda ise, hiç tereddüt etmeden, 1960’lardaki gibi diye cevap veriyor. Nasıldı 1960’lar? O dönemde gençlerin kendilerini özgür hissettiğini söylüyor. “O zamanlar gençtik, kanımız ateşliydi. 1968 kuşağının insanlarına sevgiyle bakıyorum. Onların bir hayali, bir umudu vardı. Türkiye’nin özgür bir ülke olmasını istiyorlardı. Ama bir de şu vardı: Kendimizi geliştirebiliyorduk. Ben her hafta sinemaya, arada bir tiyatroya gidebiliyordum. Her gün gazete alıyordum, birkaç dergiyi takip ediyordum. Arkadaşlarımızla bir araya gelip çaya, kahveye, yemeğe gidebiliyorduk. Şimdiki duruma bir bakın: Başka ülkelerin emeklileri, işçileri seyahate gidiyorlar, tatil yapıyorlar. Biz ise, kafeteryaya bile gidemiyoruz. Gidersek de çay içsek mi içmesek mi diye düşünmek zorundayız. Bu iyi bir hayat değil.” Karşılıklı susuyoruz biraz. “Bizi kendi yurdumuzda sürgün ettiler,” diyor sonunda.
Söyleşiyi bitireceğiz artık. Onunla tanıştığım için ne kadar memnun olduğumu söylüyorum. İstanbul’da görüşmek ve sohbete devam etmek için sözleşiyoruz. Son olarak, başından beri aklıma takılan bir şeyi sormak istiyorum: “Bulmaca çözüyor musunuz hiç?” Gözlüklerinin üzerinden “Şaka mı ediyorsun?” der gibi bakıyor bana. Sonra uzanıp önündeki sehpadan bir kitap kapıyor: Temalarla Çengel Bulmaca. Edebiyat sayısı. Kapağında Virginia Woolf’un meşhur profil fotoğrafı var. “En sevdiğim şey,” diyor gülerek. Sayfaları açarak gösteriyor, bütün bulmacaları eksiksiz çözmüş. Kafka’nın fotoğrafını görünce, eliyle işaret ediyor: “Bu da çok iyi yazardır.”
Yazar: Meltem Gürle
Çizer: Zeynep Özatalay