TİP'in Portreleri

Mehmet Kani
TİP İzmir 2. Bölge Milletvekili Adayı - Çiftçi

Mehmet Kani çiftçilik yapan bir ailenin çocuğu. İzmir’in Kiraz ilçesinde doğup büyümüş. “Atadan kalma toprakları işliyoruz,” diyor “Babamdan, babamın babasından, onun da kendi babasından miras bu tarlalar. Buranın köylüsüyüz biz.” Tarlaları Kiraz’ın Arkacılar köyünde. “Çok bereketlidir bu topraklar,” diye anlatıyor, “Bizim burada bir laf vardır: Adam diksen, adam biter!” Şu aralar en çok patates ekiyorlarmış. Ama ne ararsan var aslında: Mısır, bakla, domates, biber, karpuz. Saya saya bitiremiyor. “Eskiden tütün ve pamuk da vardı, ama şimdi onları elimizden aldılar,” diyor.

Çocukluğunuz nasıl geçti diye soracak oluyorum, yüzünden bir bulut geçiyor. Babasını çocuk yaşta kaybetmiş. “Ailenin reisi oluverdim birden,” diye anlatıyor “Arkadaşlarım futbol, voleybol falan oynarken, ben hayvanların bakımıyla, tarlanın işiyle ilgileniyordum. Şikâyet etmedim ama zordu aslında. Çocuktum daha, aklım başka şeylerde kalıyordu hep.” Aynı nedenle eğitimine devam edememiş. İlkokul mezunu olduğunu birkaç yerde söylüyor. Ama bilgisi ve merakı ile üniversite bitirmiş çoğu insana taş çıkarır aslında.

Mehmet Kani ağırbaşlı ve sakin biri. Dilinde Ege yöresine özgü şivenin izleri hissediliyor. Kalın sesi ve arada bir duraklayarak konuşması, bana çok iyi tanıdığım ağır zeybek oyunlarını hatırlatıyor. Yalnızca davulun sesine kulak veren efeler gibi, o da başka hiçbir kurala bağlı kalmadan tamamen içinden geldiği gibi anlatıyor.

Küçük yaştan beri toprakla uğraşıyor olmanın ona ne öğrettiğini soruyorum. “Alın terinin kıymetli olduğunu öğrendim,” diyor. Hayatın ne kadar zor kazanıldığını, çalışmanın karşılığını almanın her zaman mümkün olmadığını anlamış. Bir de vazgeçmemek gerektiğini. Sebat etmek, sabırlı olmak lazım, toprağa saygı duymak lazım. “Bir sene iyi mahsul alırsınız, sonra senelerce her şey kötü gidebilir,” diye devam ediyor, “Koşullarımız da çok zorlaştı artık. Sadece toprakla da değil. Eskiden hayvanlarımız vardı. İki-üç ineği olan evini geçindirebiliyordu. Şimdi 50 hayvanınız olsa bile geçinemezsiniz. Bütün para elektrik faturasına, traktörün mazotuna, gübre masrafına gider.” Ailesinin geçim kaynaklarından biri hayvancılıkmış. Ama artık bakamadığı için süt ineklerini satmak zorunda kalmış. “Ben askerlik yaparken annem sütten kazandığıyla arkama para gönderdi,” diye hatırlıyor içini çekerek. İneklerin hepsini satmamış, birini tutmuş. “Karnında yavrusu vardı, kıyamadım,” diyor. Ben ineğin adını sorunca yüzündeki sertlik kayboluyor, sesi yumuşuyor. “Leyla,” diyor gülümseyerek. “Yavrusu dört beş aylık şimdi.”

Çiftçi aileler hızla yok oluyor diyerek devam ediyor. Herkes satıp savıp gidiyormuş. Hayatlarını devam ettiremiyorlar çünkü. Çiftlikler birer birer büyük işletmelerin eline geçiyor. Onun çocukları bu işi yapmayacak yani, öyle mi? Biri üniversite mezunu, diğeri hâlâ lisede, iki çocuğu var. Allah bağışlasın diyorum. Bir sessizlik oluyor. Bu sorunun onu üzdüğünü fark ediyorum. “Çocuklar yurt dışına gitmek istiyor,” diyor sonunda, “Muhtemelen benimle birlikte sona erecek bu iş.” Peki, bunu değiştirmenin, küçük çiftçiyi korumanın bir yolu yok mu? “Doğru bir tarım politikası ile neden olmasın?” diye cevap veriyor. “Mesela bugün patates para getiriyor. Önümüzdeki yıl herkes patates ekecek, çoğu boşa gidecek. Halbuki düzgün bir planlama ile hem çiftçi aileler desteklenebilir hem de ürün çeşitlenir, verimlilik artırılır, ihtiyaçlar karşılanır.” Fakat şimdi durum kötüymüş. Pandemi sırasında kredi alan çiftçiler, olağanüstü koşullar nedeniyle borçlarını ödeyemez hale gelmiş ve ellerinde ne var ne yoksa kaybetmişler. “Bir gün internette dolaşırken, bir video gördüm. Amasya’nın bir köyündeki çiftçilerin traktörlerini kaldırıp götürüyorlardı.” Tarım Kredi’ye borçlarını ödeyemeyen çiftçilerin haciz karşısında nasıl çaresiz kaldıklarını anlatıyor. Anlatırken olayları yeniden yaşıyormuş gibi üzülüyor. “Traktör elimiz ayağımızdır, onu alırsanız kolumuzu kesmiş gibi olursunuz,” diyor sağ kolunu havaya kaldırarak. Tanıdığı bir çiftçi haciz gelmesinden korktuğu için, her gece traktörünü ormana götürüp çalı çırpıyla örterek saklıyormuş. Çiftçi için traktör her şey demek. Amasya’yı konuşuyorduk, onu hatırlatıyorum. “Videoyu seyredince, oradaki çiftçilere ulaştım,” diyor. Onlarla birlikte Türkiye çapında büyük bir iletişim ağı kurmuşlar, Ankara’ya gidip eylemler yapmışlar. “Denizli’den Kars’a, Ardahan’dan Edirne’ye her yerden arkadaşlarımız var,” diye anlatıyor. Küçük de olsa kazanımları olmuş. Yapılandırma çıkmış, faizler silinmiş. Ama yeterli değil. “Biz sahipsiz kaldık,” diyor biraz düşündükten sonra, “Demirören’e verdiği kredinin hesabını sormayan Ziraat Bankası, bizim peşimizi bırakmadı. Elimizde avcumuzda ne varsa aldı. Onlar zengin tabii, bizim arkamızda kimse yoktu.”

Türkiye İşçi Partisi ile bu vesileyle tanışmış Mehmet Kani. “Mücadelemize destek oldular, sesimizi duydular,” diyor. Partiye üye olmayı zaten düşünüyormuş ama internet üzerinden yapamamış bir türlü. İkimiz de teknoloji konusunda berbatız. Bu nedenle neredeyse buluşup konuşamıyorduk. Buna gülüyoruz biraz. “Neyse ki, çocuklar yardım etti,” diyor. Böylece sonunda üye olmayı başarmış.  Kemalpaşa’da düzenlenen Tarım Konferansı’nın ardından da parti içinde daha aktif çalışmaya başlamış. Şimdi İzmir 2. Bölge’den milletvekili adayı. Meclis’e gidince ne yapacak peki? “Herkes doğduğu topraklarda doysun istiyoruz. Kimse geçinemediği için toprağını terk etmek zorunda kalmasın. Çoluğumuz çocuğumuz yurt dışına gitmesin. Suyumuz, toprağımız kıymetli. Zarar görmesin, yok olmasın. Toprakla çiftçinin bağını koparmamak lazım. Yoksa bu ülke ne yiyip içecek? Bu çok ciddi bir sorun. Buğday krizini düşünün mesela. Bir savaş çıktı, kendi buğdayımızı yetiştiremediğimiz için Rusya’dan medet umduk. Halbuki ben çocukken Türkiye kendi kendine yetebilen yedi ülkeden biriydi.”

Yerli tohumun ne kadar önemli olduğunu konuşuyoruz sonra. Yerli Malı Haftası’nı hatırlıyor. Babaannesinin tohumları sandığında sakladığını, her sene bu sandığın açıldığını, işlemeli mendillerin arasından çıkan tohumlarla sebze yetiştirdiklerini anlatıyor. O sebzeleri okula götürürmüş, hep birlikte yerlermiş. “Buraya gelirseniz, aç kalmazsınız,” diye temin ediyor beni.  Tarlada bahçede her şey bulunurmuş. Ne ikram edeceksiniz diye soruyorum. Patates yemeği olur muymuş? Olur tabii, bayılırım. O da en çok kendi yetiştirdiği patatesten yapılan yemeği seviyormuş. “Bizim kimyasal gübreye verecek paramız yok, onun için her şey mecburen organik,” diyor gülerek.

Siz Meclis’e gidince çifte çubuğa kim bakacak diye soruyorum şakayla karışık. Yine gülüyor gözlerini kısarak. “Ben traktörün üstüne çıkmadan yaşayabilir miyim hiç?” diyor. Dört gün Ankara’da olursa, üç gün yine Kiraz’a dönermiş. Hem çiftlikte köpekler var, onu beklerler. O da memleketi özlemiş olur zaten. Kiraz’ın en çok suyunu seviyormuş. “Küçük Menderes baharda çok güzel akar,” diye anlatıyor, “Su kenarında olunca zamanın nasıl geçtiğini anlamaz insan.” Bir de türkü koymak lazım diyorum. Traktördeyken olmazmış. Kulağımız makinenin sesinde olacak. Ya bir arıza olursa? Toprak sürmek ciddi iş. Ama arabada giderken dinleriz. Ne dinleyeceğiz peki? Ege türkülerini seviyormuş tabii. Ama bir tane seçmek zorunda kalsa, Âşık Veysel olur illa ki: “Dost dost diye nicesine sarıldım, Benim sadık yârim kara topraktır. Beyhude dolandım boşa yoruldum, Benim sadık yârim kara topraktır.”

Yazar: Meltem Gürle
Çizer: Zeynep Özatalay