TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ

2. KONGRE ÇERÇEVE BELGESİ

CUMHURİYET’İN 2. YÜZYILINDA EMEKÇİLER KAZANACAK!

Yeryüzünün, tüm canlıların ve insanlığın geleceği, patron sınıfının yağma ve sömürü hırsı nedeniyle tehdit altında. Emeğiyle geçinenleri yoksullaştıran, zenginleri daha da zengin hale getiren bu düzen, biz emekçileri yalnızlaştırıyor, yaşamsal ihtiyaçlarımızdan yoksun bırakıyor. Savaşlarla, şiddetle ve nefretle bezeli otoritesi karşısında diz çökmemizi istiyor. İnsanlığı umutlu bir geleceğe inandırma yeteneğini çoktan kaybetmiş, kendi saflarında derinleşen çelişkilerle nasıl baş edeceğini bilemeyen sermaye sınıfı, emekçilerin biriken ve büyüyen öfkesini birbirlerine yöneltmesinden medet umuyor. İstiyor ki düzeni değiştirme umudumuz sönümlensin, haklarımızı ve özgürlüklerimizi kazanmak için azmimiz tükensin, mücadele araçlarımız yok olsun. İstiyor ki, emekçilerin hayatta kalma mücadelesi altta kalanların kavgasına dönsün; böylece adalet, eşitlik, özgürlük, barış unutulsun; kurulu düzen sonsuza dek sürsün.

Bu barbarlık düzeninin Türkiye’deki ifadesi olan Saray Rejimi, emperyalist büyüklerinden öğrendiklerini ülkeye ve bölgeye uygulama çabasında. İktidar; bütün varlıklarımızı yerli ve yabancı sermaye sahiplerine altın tepside sunmakla, memleketi küresel üretim zinciri içerisinde ucuz, güvencesiz, kayıtdışı emek cehennemine çevirmekle kalmadı, Türkiye’yi Körfez ülkelerinin sıcak parasına bağımlı, vatandaşlığın parayla satıldığı bir ülke haline getirdi. Emperyal güçler arasındaki çelişkilerden kendine güç devşirmeye çalışırken, göç hareketlerini, bölgesel çatışmaları, bunlarla ilişkili etnik-dinsel çatışmaları, halkın çıkarlarını hiçe sayarak kendine yontarken kaybeden yine emekçiler oldu. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girilirken 2023 seçimleri sonuçlarını kendi düzenini yerleştirmek ve dokunulmaz kılmak için bir fırsat olarak gören Saray, elindeki baskı araçlarının gücüne, ne istedilerse verdiği yerli-yabancı patron dostlarına, palazlandırdığı yobazlığı ve ırkçılığı kullanabilme yeteneğine güveniyor. Emekçilerin örgütsüzlüğünü, toplumdaki öfkenin yönsüzlüğünü görüyor; halkın kazanma ve değişim umudunu tükettiğini sanıyor.

Halkın insanca yaşam arzusu ile düzen siyasetinin sınırlı ufku arasındaki büyük boşluk, emeğe yaslanan, yeni bir halkçı ve devrimci siyasetle doldurulmayı bekliyor. Bu ülkenin emekçileri cumhuriyetin ikinci yüzyılına zorba bir iktidar, ucube bir rejim ve dizginsiz bir talan düzeni altında girmeyi hak etmiyor. Bu şartlar; değişimin, kurtuluşun ve yeniden kuruluşun öncüsü olma potansiyeline sahip emekçileri siyaset sahnesine çağırıyor. Kadınlarla gençlerin, doğa için verilen mücadeleyle özgürlük arzusunun, barış talepleriyle eşit yurttaşlık özlemlerinin bütünleşebilmesi için emekçilerin ülke siyasetine ağırlığını artık koyması gerekiyor.

Türkiye İşçi Partisi, yeniden doğumunun ardından yaptığı birinci kongresinde ülke siyasetine “müdahale” iddiasını ortaya koymuştu. TİP şimdi, on binlerce üyesi, yüz bine ulaşan gönüllüleri ve milyonları bulan destekçileri ile, ama belki daha da zorlu koşullar altında “gelişim evresini” planlayacak. Partimiz, kendisiyle sınırlı bir gelişimin imkansız olduğunu biliyor. Gelişim; sosyalist dünya görüşünü güncel koşullar içerisinde tazeleyerek,  birbirlerinden koparılmış toplumsal mücadele ve talepleri düzen karşısında bütünleştirerek, sınıf hareketinin farklı unsurlarını ortak bir gelecek umudu altında bir araya getirerek, halkın yalnız bir bölümüne değil bütününe seslenebilecek araçları yaratarak, düzeni teşhir etmek kadar topluma umut veren kazanımlar ve yeni mevziler elde etmeye odaklanarak, yani bir iktidar stratejisi ve alternatifi yaratarak mümkün olacak. TİP, siyasi gelişimi kendisiyle sınırlandırmayacak ancak kendini düzen güçlerinden ayrıştırarak değişimin öncülüğünü yapmaya aday olacak.

TİP ikinci kongresini, aynı zamanda, tanımı belirgin bir örgütsel inşa ve kurumsallaşma hedefiyle tamamlamak istiyor. Üyemiz ve gönüllümüz olmuş veya olabilecek on binlerce yurttaşımızın kendilerini ait hissettikleri bir parti olmanın hedeflerimizden ödün vermek anlamına gelmeyeceğini göstereceğiz. Üye ve gönüllülerin enerjisini, birikimlerini kolektif bir güce dönüştüren, katılım kanalları açık bir partinin siyasete damga vurabileceğini ortaya koyacağız. Yalnız parti örgütleri aracılığıyla değil, sendikalardan derneklere ve dayanışma ağlarına kadar halkın her düzeyde örgütlenmesinin kanallarını çoğaltan, var olmadığı noktada o kanalları da açan bir parti yaratacağız.

TİP’in yükselişi, emekçilerin eseri olacak. Bu yüzyılda emekçiler kazanacak.

KAPİTALİZM İNSANLIĞI BİR VAROLUŞ KRİZİNE SÜRÜKLÜYOR!

  1. Günümüz kapitalizminde sermaye sınıfı sömürü ve talanın önündeki “doğal”, kurumsal ve toplumsal sınırlamaları bertaraf edebilme kapasitesi açısından tarihte hiç olmadığı kadar “güçlü”. Diğer yandan, bu kapasitenin fütursuzca kullanımının yol açtığı dünya ölçekli yıkım, kapitalizmin yeniden üretim koşullarının altını oyuyor; onu gelecekte kendi varlık koşullarını tehdit edecek toplumsal ve siyasal meydan okumalar, ekolojik felaketler karşısında onu hiç olmadığı kadar da korumasız hale getiriyor. Günümüzde kapitalizmin krizini daha önce eşi görülmemiş bir derinliğe ve sarsıcılığa ulaştıran çelişki burada yatıyor.
  2. Sermaye sınıfının sömürü oranlarını olabildiğince artırma, güvencesiz/esnek çalışma koşullarını dayatma, gerek piyasa terörü gerekse emperyalist müdahale ve çıplak şiddetle milyonlarca insanı mülksüzleştirme ve en ağır koşullarda işçileştirme kapasitesi zirve noktasına varmış durumda. Sermaye sınıfı, hayatta kalmak için emek gücünden başka satacak bir şeyi olmayan milyarlarca insanı fiziksel ve ruhsal olarak tüketiyor. Küresel kapitalizm bir yandan muazzam gelir ve varlık eşitsizlikleri yaratırken, bir yandan da temel ihtiyaçların sağlanmasını giderek imkansızlaştırıyor. İnsan onuruna yakışır işler ve temel hizmetlere ulaşım yerli ve uluslararası tekellerin kâr hırslarına ve denetimsiz piyasaların acımasız yasalarına tabi kılınıyor.
  3. Yoksul ülke coğrafyalarının kaynaklarının yağmalanması ve emperyalistlerin kışkırttığı savaşlar dünyanın pek çok yerinde yoksul halkları yeni bir yaşam arayışıyla göç yollarına itiyor. Söz konusu göç dalgalarını kendi sermaye sınıflarının ihtiyaçları doğrultusunda yönetmek isteyen kapitalist devletler, sınırlarını yeter oranda yedek emek gücünü çekecek ve geri kalanını ise başka coğrafyalara püskürtecek bir filtre gibi kullanıyor. Bunun beraberinde getirdiği acımasız uygulamalar ile milyonlarca insan göç yollarında kırılıyor. Buna rağmen durdurulamayan göç dalgalarını sermaye sınıfı için en etkin ve risksiz bir şekilde yönetmek isteyen Batılı kapitalist ülkeler utanç verici kirli para pazarlıkları ve siyasi rüşvetle finansal bağımlılık içerisindeki ülkeleri dünyanın göçmen idare merkezi haline dönüştürüyorlar. Milyonlarca göçmenin kayıt-dışı işlerde köle gibi çalıştırıldığı Türkiye de bugün dünyanın en büyük göçmen “idare merkezi” konumunda. 
  4. Sermaye sınıfı bugün doğa üzerindeki tahakküm kapasitesini geliştirmek açısından da çarpıcı bir mesafe kat etmiş durumda. Meta üretimi ve dolaşımı için gereken kaynakları sağlamak, yeni yatırım, birikim ve kârlılık alanları bulmak, devasa ölçeklere ulaşmış üretim/tüketim faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan atığı yığmak üzere doğayı talan etmekte sınır tanımıyor. Diğer yandan bu devasa kapasite, doğanın kendi iç döngüsünde yenilenmesini ve onarılmasını imkansız hale getirerek gezegenin bütününde insan yaşamının sürdürülebilirliğini tehdit eden hızlı bir ekolojik yıkıma yol açıyor. Bunun şimdiden ortaya çıkardığı yangınlar, seller, salgın hastalıklar, kuraklık ve çölleşme bir yandan meta üretim ve dolaşım süreçlerini kesintiye uğratabilirken, diğer yandan da yarattığı toplumsal yıkımla emek gücünün ve toplumsal yaşamın yeniden üretim koşullarını tehdit ediyor. 
  5. Sermaye sınıfı bu yıkım sürecini bırakalım önlemeyi, yavaşlatmaya yarayabilecek politik çerçeveden, araçlardan, iradeden yoksun durumda. Gezegendeki insan yaşamını/varoluşunu apaçık bir şekilde tehdit etmekte olan bu durum karşısında sermaye sınıfı ve onun siyasal temsilcileri bu yıkım sürecini inkar edip yok sayarak yağma ve talana tam gaz devam etmekte beis görmüyorlar. En iyi ihtimalle, “doğayla barışık” sürdürülebilir bir kapitalist ekonomi inşa etme adına, sorunun esas müsebbibi olan sermaye mantığının temellerine dokunmadığı için hiçbir işe yaramayacak, kendilerinin de uymadıkları “mali tedbirler” ve “yasal düzenlemeler” açıklayıp zevahiri kurtarmakla yetiniyorlar. ABD, Almanya ve İngiltere gibi zengin kapitalist ülkeler “çevre duyarlılığı” görünümü altında milyonlarca ton plastik atığı “çevre” ülkelere ihraç ediyor. Bu atıkların önemli bir kısmı bu ülkelerde dönüşüme uğratılamayarak çevreye saçılıyor, denizleri ve toprağı plastik atık çöplüğüne dönüştürüyor. Son 10 yılda plastik çöp ithalatı 196 kat artan ve bu alanda Avrupa’da birinci sıraya yerleşen Türkiye dünyanın plastik çöplüğü olma yolunda ilerliyor. 
  6. Sermaye sınıfı yüzyıllara yayılan toplumsal mücadeleler sayesinde kamu idaresinin, hukuki/idari işleyişin bir parçası olagelmiş ve egemenlerin fütursuz tahakküm arayışlarının önüne sınırlar çekebilen devletin kamusal/sosyal işlevlerini ortadan kaldırmak konusunda da bugüne kadar görülmemiş bir kapasiteye ulaşmış durumda. Devleti sermayenin kısa vadeli çıkarlarına tabi kılan bu tasfiye süreci bir yandan sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü sınırlayan mekanizmaları ortadan kaldırıyor fakat aynı zamanda kapitalist devletleri rıza üretmeye ve sürdürülebilir bir hegemonya kurmaya yönelik ideolojik işlevlerinden mahrum bırakıyor. 
  7. Son kırk yıldır sosyal devlet ve refah devleti modellerinin terk edilmesi ile eğitimden sağlığa uzanan çeşitli düzeylerdeki kamusal harcamaların hemen tüm maliyetinin emekçi sınıflara havale edilmesi, özellikle kadınların katmerli biçimde sömürülmesinin yolunu açıyor. Bu dönüşümle, kazanılmış tüm sosyal haklar budanırken, kreş, yaşlı bakımı gibi hizmetlerden sağlık güvencesine, kamusal kent olanaklarına, dinlenme, tatil yapabilme gibi kazanımlara kadar gündelik yaşamın her alanı piyasalaşmaya, özelleştirmelere kurban edilirken, devletin terk ettiği bakım ve yeniden üretim sahasının yükü kadınların sırtına bindiriliyor. Bu gelişmelere paralel olarak emek süreçlerindeki kuralsızlaşma, güvencesizleşme ve ucuz emek politikaları, dünyanın hemen her yerinde ağırlıklı ve öncelikli olarak kadınları hedef alıyor, güvencesiz emek kadınlaşırken, kadın yoksulluğu ve işsizliği aynı ölçüde büyüyor. 
  8. Sermaye sınıfı, bu topyekun yıkım sürecinin yarattığı çelişkileri, itirazları, göç hareketlerini ve isyan dalgalarını yönetebilecek düzenleyici, çerçeve oluşturucu ve norm koyucu bir devlet yerine, devletin bu fonksiyonlarını felç eden, giderek daha çok spekülatifleşen, finansallaşmış küresel rekabete dayalı neoliberal birikim biçiminin buyrukları doğrultusunda, kamusal otoriteyi adım adım tasfiye ediyor. Görünüşte toplumun bütününün çıkarlarını temsil etme iddiasına sahip, hegemonik kapasitesi yüksek devlet anlayışının sermayenin sınırsız sömürü ve talanı için devreden çıkarılması bizzat bu sömürü koşullarının ideolojik ve siyasal yeniden üretimini zorlaştırıyor. Günümüzde devlet ve kamusal otorite neredeyse bütünüyle siyasal, hukuki ve fiziksel zor kullanımı bakımından tesis ediliyor.
  9. O halde günümüz krizinin özgüllüğü, bir yandan sermayenin sömürü, mülksüzleştirme, tahakküm ve talana yönelik kapasitesinin sınırsızca artması ile öte yandan onun orta ve uzun vadede kendisini yeniden üretmeye yönelik araçlarının ve kapasitesinin zayıflaması arasındaki çelişkide düğümlenmektedir. Bu çelişki kapitalizmin iç mekanizmaları içerisinde onarılması mümkün olmayan bir krizdir ve bu durum günümüzün krizini öncekilerden ayrıştırmaktadır. 
  10. Bu iflah olmaz krizin yıllara yayılmasına yol açan asıl etmen ise sermayenin artan tahakkümünün karşısında güçlü, süreğen, kararlı bir toplumsal direnç hattının, buna eşlik eden bir devrimci siyasetin ve bütünlüklü bir toplumsal dönüşüm programının ortaya çıkamamasıdır. Her ne kadar bahsettiğimiz kriz ve çelişkiler son 20 yılda dünyanın farklı yerlerinde bir dizi kitlesel isyan dalgasını tetiklemiş olsa da bu isyanlar ya belirgin bir siyasal ve ideolojik önderliğin yokluğunda bastırılmış ya da siyasi-idari reform veya yönetim değişikliği gibi kazanımlarla sınırlı kalarak radikal bir çıkışın yollarını döşeyememiştir. Mevcut toplumsal hoşnutsuzlukları örgütleyerek Yunanistan ve İspanya gibi Avrupa ülkelerinde ya da bir dizi Latin Amerika ülkesinde iktidara yerleşebilmiş olan sol/sosyalist hareketler ve örgütler sermayenin ve emperyalizmin basıncı karşısında vaat ettikleri radikal programı hayata geçirmekten uzak kalmışlardır. Benzer biçimde çeşitli halk isyanlarıyla paralel biçimde öne çıkan kadın hareketi, çeşitli coğrafyalardaki sıklığına, genişleyen etki alanına ve kısmi kimi kazanımlarına rağmen topyekun saldırıları geri püskürtecek bir örgütlülüğe kavuşamamıştır. 
  11. Sermayenin bir yandan tahakküm olanaklarını arttırırken öte yandan kendisini yeniden üretebilme ve hegemonya kurabilme kapasitesinin aşındığı ve sol/sosyalist hareketler ile örgütlü sınıf mücadelesinin buna karşılık veremediği böyle bir dönemin siyasal sahadaki en önemli yansıması otoriterleşme eğilimleridir. Otoriterleşme, sermayenin kısa vadeli çıkarlarına tabi hale gelmiş devlet yapısı içinde erkler arasındaki ayrımların silikleşerek toplumun bütününü ilgilendiren kararların dar bir çekirdeğin elinde toplanmış yürütme aygıtına havale edilmesine, toplumsal taleplerin siyasal alana aktarılma kanallarının kapatılmasına ve işçi sınıfı ile ezilenlerin muhalif potansiyelini bastırmak üzere toplum idaresinde zor mekanizmalarının rıza mekanizmaları karşısında ağırlığının artmasına denk düşmektedir. Bu durum devleti ve sermayeyi emekçi sınıfların basıncına karşı daha bağışık hale getirerek sermaye iktidarını güçlendiriyormuş gibi görünse de aynı durum, devleti toplumdan yalıtılmış teknokratik bir organizasyon haline getirmekte, onu “toplumun bütününün çıkarlarını” temsil etme iddiasını sergilemeye yönelik ideolojik araçlardan mahkum bırakmakta, yani hegemonik kapasitesini aşındırmaktadır.
  12. Bugün, sermaye sınıfının hegemonik kapasitesindeki düşüşü telafi etmek için hâlâ zor dışındaki mekanizmalara da başvurduğu göz önüne alınmalıdır. Sermaye sınıfının şoven milliyetçi, fanatik dinci, bilim karşıtı, komplocu, kadın düşmanı vb. tüm geri platformların ve bunların sözcülüğüne soyunan siyasal akımların önünü açma eğiliminde olması ve bunun beraberinde getirdiği depolitizasyon, içinde yaşadığımız krizin yıkıcı ve çürütücü etkisini daha da ağırlaştırmaktadır. Dünyanın farklı yerlerinde “popülist-sağ” ve şoven hareketler/partiler ve figürler bu çürümenin sonucu olarak yükselişe geçmekte ve hatta kimi örneklerde iktidara yerleşebilmektedir.
  13. Öte yandan, işçi sınıfının birlikte hareket etme ve toplumsal dönüşüme öncülük etme kapasitesini sakatlayan bir dizi mekanizma kapitalizmin krizinin yarattığı çelişkileri ve buradan doğan hoşnutsuzlukları orta ve uzun vadede soğurabilecek bütünlüklü bir hegemonya projesine denk düşmemekte, daha çok bu krizin hastalıklı görünümleri olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir. Bugün sermaye sınıfı her ne kadar emekçi sınıfların örgütlülüğünü dağıtma işini başarıyla gerçekleştiriyor olsa da bir bütün olarak kapitalist düzene ve onun siyasi-idari kurumlarına yönelik sürdürülebilir bir rıza inşa edememekte, kurulu düzene yabancılaşmışlık hissinin yayılmasının önünü alamamaktadır.
  14. Bu durum, sermaye sınıfı için de işçi hareketi/sosyalist mücadele için de aynı anda hem olanakları hem de riskleri içermektedir. Kendisini apaçık ama bir o kadar da dağınık ve örgütsüz şekilde gösteren kurulu düzene yabancılaşmış kitleler, olası bir örgütlü/siyasal sınıf hareketi karşısında reaksiyoner bir faşist kitle tabanına dönüştürülebilmesi açısından sermaye sınıfı için bir olanaktır. Diğer yandan, devletin rıza üretici ve yönlendirici ideolojik mekanizmalarının zayıfladığı bir dönemde söz konusu kitlelerin tepkilerine ve tutumlarına, düzenin yeniden üretimine uygun bir biçim kazandırmanın ve bu tepkileri öngörülebilir hale getirmenin sınırları söz konusudur. Sosyalistler ve örgütlü emek güçleri için ise söz konusu kitlelerin kurulu düzene yönelik yabancılaşmışlık hali radikal bir sol/sosyalist muhalefetin süratli bir kitle tabanı yakalayarak, kuvvet kazanması açısından bir olanağa tekabül etmektedir.  Diğer yandan bu durum aynı zamanda bir bütün olarak siyasete, kolektif eyleme yönelik bir güvensizliği, umutsuzluğu içermekte, bunun doğurduğu genel kayıtsızlık havası sosyalizmin kitleselleşmesinin önüne bir bariyer olarak çıkmaktadır.
  15. Bugün AKP iktidarının Türkiye’ye dayattığı toplumsal düzen, bir yandan kapitalizmin bu genel yeniden üretim krizinin yarattığı fırsatlar sayesinde ayakta kalırken diğer yandan da bu krizin tüm çelişki ve belirsizliklerini ülke koşullarına özgü biçimlerde bünyesinde barındırmaktadır. Ancak hem dünyada hem de ülkemizde, insanlığın içerisinde bulunduğu bu hal karşısında sosyalizm bugün yalnızca kapitalizmin yarattığı barbarlığın bir alternatifi değil aynı zamanda insan yaşamının sürdürülebilmesinin yegâne yoludur. 
  16. Kapitalizm dünya ölçeğinde krizin yarattığı bu yıkım sürecini hızlandıracak şekilde çarklarını döndürmeye devam etmektedir. Son 5 yılda dünya kapitalizminde ortaya çıkan eğilimler kapitalizmin emeğe saldırıya sınır tanımadan devam edeceğini göstermenin ötesinde, küresel ekonomide yavaşlama eğiliminin güç kazandığı, finansal kriz risklerinin arttığı, tekeller arası rekabetin sertleştiği ve ABD’nin Çin’e karşı ekonomik hegemonyasını korumak için attığı adımları hızlandırdığı bir dönemin yaşanacağına da işaret etmektedir. Fakat bu güzergah, sermaye sınıfının farklı fraksiyonları ve kapitalist devletler arası rekabeti kızıştırması, finansal riskleri daha da arttırması açısından kendi içerisinde açmazlar barındırmaktadır.
  17. Salgın döneminde yaşanan kapanmaların küresel üretim zincirlerinde yol açtığı aksamalar küresel düzeyde fiyatların artmasına sebep olmuştur. Özellikle enerji ve gıda fiyatlarındaki artış Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonrası hızlanmış, merkez ülkelerde salgın sonrası yükselen ve halihazırda yüksek seyreden enflasyonu faiz oranlarını yükselterek kontrol altına alma girişimleri kısa vadede finansal piyasalarda ve bankacılık sektöründe kriz ve istikrarsızlık olasılıklarını artırmış ve ekonomik büyümede bir yavaşlamayı gündeme getirmiştir. Merkez kapitalist ülkelerdeki faiz oranlarının uzunca bir süredir görülmemiş bir seviyeye hızla yükselmesi, tam anlamıyla bir kumarhaneye dönmüş olan finansal piyasalarda banka krizlerini ve batışlarını tetiklemekte ve daha büyük bir finansal kriz riskini sürekli gündemde tutmaktadır. Yüksek faiz oranları, aynı zamanda, ekonomileri küresel finansal sistemle bütünleşmiş ve dış kaynak ihtiyacı yüksek olan Türkiye gibi ülkelerde istikrarsızlık ve kırılganlıkları artırmıştır.
  18. Bütün bunlar olurken, küresel ekonomik rekabet de sertleşmektedir. Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan tek kutuplu dünya iddiaları bir tarafa bırakılırken, dünya ekonomisinde bloklaşma eğilimi yeniden artmaktadır. Önceki dönemin küreselleşme ve serbest ticaret eğilimleri yerini ABD ve Avrupa’nın üretim ve teknoloji yatırımlarını artıracak politikaları devreye sokmasına bırakmakta, üretim zincirlerinin kritik aşamalarının önemli bir kısmını yeniden merkez ülkelerde toplayacak sanayi politikaları ve korumacı dış ticaret önlemleri tartışılmakta ve devreye sokulmaktadır. Tüm bu gelişmeler dünya piyasalarında son dönemde tekelleşme ve tekeller arası rekabetin sertleşmesi ile birlikte gelişmektedir. Uzunca bir süredir oligopolistik karakter taşıyan birçok sektör ve sanayiye ek olarak, özellikle teknoloji ve fikri mülkiyet haklarına dayanan tekeller hem dünya ekonomisinde hem de siyasette ağırlıklarını artırmaktadır.
  19. Uzunca bir süredir dünya ekonomisinin sürükleyici gücü olan Çin ekonomisinin de geçmiş dönemdeki kadar yüksek büyüme oranlarını sürdürememesi, hızlı büyümenin ortaya çıkardığı aşırı birikim sorunları, öte yandan da inşaat ve finans sektörlerinde son dönemde yaşanan sıkışmalar Çin’i daha müdahaleci olmakla daha fazla dışa açılmak arasında bir tercihe zorlamaktadır. Aynı zamanda Çin, uzun vadeli olarak hammadde ve kaynak erişimini güvenceye almak için Latin Amerika ve Afrika’daki yatırımlarına devam etmekte, teknoloji ve yüksek teknolojili üretim alanlarında da girişimlerini yoğunlaştırmaktadır. Buna karşılık ABD, ulusal güvenlik stratejisinin merkezine Çin ve Rusya’yı koymakta, bilhassa önemli teknolojilerin Çin’e ihracının önüne sistematik engeller çıkararak rekabette avantaj elde etmeye uğraşmaktadır.

    TÜRKİYE KAPİTALİZMİ ULUSLARARASI SİYASETTE KENDİSİNE YOL ARIYOR
  20. Uluslararası kapitalist sistemin jeopolitik, ekonomik ve finansal dengeleri bölgesel yeni güç odaklarınca zorlanmakta ve emperyalist kapitalist sistemin temel sömürü ve eşitsizlik üreten yapısı değişmeksizin yeni biçimlere doğru yol almaktadır. Askeri rekabet yoğunlaşmakta, eski ekonomik ve siyasi ittifaklar çözülüp yerine henüz baskın karakterde olmayan yeni ve daha çok sayıda geçici merkez oluşmaktadır. 75 yıllık Bretton-Woods sistemine rakip yerel para birimlerine dayalı ticaret denemeleri gündeme gelmektedir. Uluslararası mali sermaye içi yeni güç konfigürasyonları aynı zamanda daha otoriter rejimlere zemin sağlamaktadır. Emperyalist rekabet vekâlet savaşlarını tüm küreye yayarken devletlerarası çatışma eğilimleri de güç kazanmaktadır.
  21. Günümüz uluslararası kapitalist sisteminde gerek ekonomik ilişkiler ağı gerekse politik ve ideolojik güç dengeleri, otoriter eğilimleri güçlendirecek bir seyir izlemeye devam etmektedir. Sermayenin sınırsız neoliberal küreselleşmesi adına 1990’larda servis edilen demokratikleşme söylemi artık şeklen dahi telaffuz edilmemektedir. Küresel emperyalist kapitalist sistem içi rekabet arttıkça, silahlanma bütçeleri artmakta, eski siyasi ittifaklar çözülmekte, geçici, kompleks ve değişken yeni ittifaklar ortaya çıkmaktadır. ABD merkezli kolektif emperyalizmin küresel siyasette eski varlığını sürdürmekte zorluk yaşadığı dünya düzeninde çok-merkezleşme eğilimleri otoriterlik ve militarizmin yükselişi ile karakterize olmaktadır.
  22. Eşitsizliklerin artması, zenginlerle yoksullar arasındaki gelir uçurumunun derinleşmesi, kadınların tarihsel kazanımlarına yönelik saldırılar küresel ölçekte isyan ve tepkileri artırmaktadır. Ancak bu tepkiler, toplumsal ve emek alanındaki örgütlenmelerin kendilerini yeni koşullara uygun şekilde adapte edememesi ve zayıflaması ile sol-sosyalist akımların ideolojik-politik alanda bıraktığı boşluklar nedeniyle henüz ilerici bir dalga oluşturmayı başaramamıştır. Türkiye dahil pek çok ülkede kurulu düzene başkaldırı potansiyeli taşıyan tepkiler, düzenin manipülasyonları ve solun bıraktığı boşluklar nedeniyle hedeflerine ulaşamamış, kimi örneklerde de reaksiyoner hareketlere dönüşmüştür.
  23. AKP iktidarı tüm bu küresel eğilimlerden hem beslenmekte hem bunları beslemekte, ve oluşan çatlak ve olanakları sermaye sınıfı için kullanabilecek yol ve yöntemler bulabilmektedir. Bir yandan eski Batı ittifakı içindekini yerini korumaya, diğer taraftan da ortaya çıkmakta olan yeni jeopolitik ve ekonomik güç odaklarıyla ilişkilerini güçlendirerek tüm taraflarla pazarlık gücünü yükseltmeye çalışmaktadır. Uluslararası sistemin parçalı yapısı bölgesel güç adaylarına içinde hareket edebilecekleri daha geniş olanaklar sunduğu kadar kendilerini tüketen ve bu kez çoklu anlamda bağımlı kılan bir pozisyona da sürüklemektedir. Türkiye’nin Rusya ile ilişkileri bir yandan Kuzey Atlantik bloğu karşısındaki pazarlık gücünü artırırken ve ülkeye alternatif bir sermaye girişi sağlarken, diğer yandan da Akkuyu Nükleer Güç Santrali örneğinde olduğu gibi maliyetli ve bedeli halk tarafından ödenecek büyük riskler barındıran anlaşmaları beraberinde getirmektedir.

ÇARKLAR DÖNÜYOR, SERVET EMEKTEN SERMAYEYE AKITILIYOR 

  1. Türkiye kapitalizmi 2010’ların sonunda yapısal bir krize girmiştir. 2000’lerin başlarından itibaren uygulanan politikalar Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmiyle entegrasyonunu artırırken dış sermaye girişlerine bağımlı ve yüksek oranda ithalata dayanan bir ekonomik büyüme modelinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ancak 2010’ların ikinci yarısından itibaren dünyadaki likidite bolluğunun azalmaya başlaması zaten oldukça kırılgan olan bu bağımlılık modelinin krize girmesine yol açmıştır. Özel sektörün yüksek dış borç oranları ve ekonominin kronik cari açığı döviz ihtiyacının yüksek seviyede seyretmesine yol açarken dünyadaki likidite bolluğunun azalması ve Türkiye ekonomisindeki kırılganlık ve risklerin artması ülkeye dış sermaye girişlerini yavaşlatmıştır. Yapısal kriz kendisini 2018’den itibaren kur şokları ve 2020 sonrası hızlanan enflasyon ile göstermektedir. İktidar bu durum karşısında bir yandan Merkez Bankası’nın döviz rezervlerini kullanırken, bir yandan da çeşitli ülkelerle yaptığı şartları belirsiz anlaşmalarla ülkeye döviz girişi sağlayarak sorunları ertelemeye çalışmıştır. Bunlara ek olarak ülkeye döviz girişi sağlamak için yabancılara konut satışlarını hızlandırmaktan ülkenin kara para ve mafya faaliyetlerinin bir üssü olmasına dek her türlü araca başvurmaktan geri durmamaktadır.
  2. Son dönemde ekonomik büyümenin yavaşlamasının önüne geçmek ve kendisini ucuz borçla döndüren verimsiz işletmelerin ayakta kalmasını sağlamak üzere faiz oranları mümkün olduğunca düşük tutulmuştur. Faiz oranlarının düşük tutulması bir yandan dış sermaye girişlerini daha da azaltırken, bir yandan da yerleşiklerin yurtdışına sermaye çıkarmasına yol açmış, spekülatif faaliyetleri artırmıştır. Yüksek ithalat bağımlılığı kur şoklarının hızlı bir biçimde fiyatlara yansımasına yol açmış, fiyat artışları kontrolden çıkmış ve Türkiye ekonomisi yüksek enflasyon dönemine girmiştir. Kısacası, eski büyüme modelinin sürdürülemediği ve Türkiye ekonomisinin bir yapısal krize sürüklendiği şartlar altında iktidarın tercihi düşük faizle bir bütün olarak sermaye kesimini, özellikle de düşük verimliliğe sahip kesimleri desteklemek; Türk lirasının kontrollü bir biçimde değersizleşmesine bağlı ucuz ihracat yoluyla yurtdışına değer transferini artırmak ve aynı zamanda Türkiye’deki varlıkları ucuzlatarak satılabilir hale getirmek olmuştur. Bu politikalarla artan enflasyon sonucunda emek gücünün fiyatı azalmış, şirketlerin kârları katlanarak artmıştır.
  3. İktidarın tüm bu politikaları bir bütün olarak sermaye sınıfının lehinedir. İktidarın farklı eksenlerde kurduğu ve dönem dönem ağırlığı değişen ekonomik ve siyasi ilişkiler ile ekonomi politikaları, esasında Türkiye kapitalizmini yapısal bir kriz karşısında yönetmeye çalışma çabasının yansımaları olarak okunmalıdır. Dolayısıyla bu politikaları sadece Erdoğan’ın kişisel inançları ya da beceriksizlik veya iktisat bilmemekle açıklamaya çalışmak da, “irrasyonel” olarak nitelemek de Türkiye kapitalizminin yönelim ve ihtiyaçlarını doğru çözümleyememenin göstergesidir. İktidarın kendisine yakın sermaye gruplarını desteklediği, KOBİ’lere özel önem verdiği açıktır. Ancak makroekonomik politikaları sadece bu çerçeveden okumak Türkiye’de büyük sermaye ile küçük ve orta ölçekli sermayenin birbirinden kopuk, karşıt çıkarlara sahip cepheler gibi görünmesine yol açabilir. Ucuz krediye bağımlı olan sadece küçük ve orta ölçekli sermaye değil, aynı zamanda Türkiye’nin büyük sermayesidir. Bu büyük sermayenin de uluslararası rekabet gücü sınırlıdır ve dolayısıyla onlar da uluslararası rekabet için yoğun bir devlet desteğine ihtiyaç duymaktadır. Küçük sermayenin tedarikçi olarak, istihdam üzerinden talep yaratarak büyük sermayeyi tamamladığı, bu arada iktidarın büyük sermayenin ihtiyacı olan hemen her koşulu sağladığı gözden kaçırılmamalı, iktidarın yalnızca belirli sermaye gruplarının temsilcisi olduğuna dair yanlış politik çıkarımlardan uzak durulmalıdır.
  4. Enflasyon her yerde ve her zaman bir bölüşüm mücadelesi olarak ortaya çıkar. İktidar bilinçli bir biçimde düşük faiz ve yüksek enflasyon politikasını tercih etmiş, bu tercih sonucunda da çalışan kesimlerin gelirleri erirken şirketlerin ve sermaye sahiplerininki artmıştır. Emekçilerden sermayeye artan oranlarda bir değer transferi yapılarak Türkiye kapitalizmi ayakta tutulmaya çalışılmıştır. Yapısal kriz içerisindeki Türkiye ekonomisi dışa bağımlı, yerli ve uluslararası tekellerin sömürüsüne terk edilmiş, yoksullaştıran bir büyüme sürecine mahkûm konumdadır. Şimdi de Türkiye kapitalizminin sorunlarını çözmek için kemer sıkma politikaları gündemdedir. Bunlar, her yerde ve her zaman krizin yükünü geniş emekçi kitlelerin üzerine yıkmayı amaçlayan politikalardır.
  5. Bu şartlar altında uygulanan politikalar makro ekonomik dengesizlikleri artırmıştır. Üretimin yüksek oranda ithalata bağımlı olması ekonomiyi yüksek dış ticaret açıkları ve bitmeyen bir döviz ihtiyacı ile karşı karşıya bırakmaktadır. İhracatı artırmak için zaman zaman Türk lirasının daha da değersizleşmesine izin verilmekte ancak bu da ithal girdi fiyatlarının artması ve yüksek enflasyon olarak geri dönmektedir. Döviz kurlarının daha da yükselmemesi için el yordamıyla, rastgele alınan her yeni karar, sorunları daha da ağırlaştırarak ötelemeye hizmet etmektedir. Eş zamanlı olarak, kamu bütçesi denetimsiz biçimde sermayedarların yararına kullanılmaktadır. Vergi afları ya da sermayeden tahsil edilmeyen vergiler ile teşvikler aracılığıyla kamu kaynakları sürekli sermaye sahiplerine aktarılmaktadır. Kamu-Özel İşbirliği (KÖİ) adı altında yapılan projelerde hem kamu zarara uğratılarak suç işlenmekte hem de kamusal eğitime, sağlığa, doğal, kültürel ve tarihi varlıklarımızın korunmasına harcanabilecek çok değerli kamu kaynakları bir avuç sermayedara yıllar sürecek ödeme garantileri ile bağlanmaktadır. Kamuya ait varlıklar, araziler her gün satışa çıkarılmakta, devletin harcamaları kamunun denetimi dışında ve halkın öncelikli ihtiyaçlarının uzağında gerçekleşmektedir. Bir yandan sermaye kesimine tanınan teşvikler ve vergi afları devam ederken öte yandan da sosyal yardımlara muhtaç insanların sayısı artmakta, barınma, eğitim ve sağlığa erişim sorunları derinleşmektedir. İşsizlik Fonu, amacı dışında kullanılarak fonun kaynakları dolaylı yoldan sermayeye aktarılmaktadır. Emekli maaşları yüksek enflasyon karşısında hızla erimektedir. Emeği ile geçinen milyonlarca insan yoksulluğa itilmektedir.
  6. Bir yandan gıda fiyatlarındaki artış tüm emekçileri vururken, öte yandan tarım ve hayvancılık en zor günlerini yaşamaktadır. Çiftçilerin girdi fiyatları hızlı bir biçimde artarken ellerine geçen gelir aynı hızda artmamakta, gerilemektedir. Bu hem kırsal yoksulluğu derinleştirmekte hem de tarımsal üretimin artırılması önünde bir engel olarak durmaktadır. Verimli tarım arazileri rant yaratma politikaları çerçevesinde tarımdan koparılıp inşaata açılmaktadır.
  7. Milli gelir artarken emekçilerin bu gelirden aldıkları pay düşmüştür. Ekonomi büyümeye devam etse de bu büyüme yeterli istihdam yaratmamış, işsizlik oranları hayli yüksek seviyelerde seyretmeye devam etmiştir. Emekçiler ise yetersiz ücretlerle, uzun çalışma saatleriyle, iş güvenliğinden ve iş güvencesinden yoksun bir biçimde çalışmak zorunda bırakılmıştır. Çalışanların büyük bir kısmı bir istisna ücreti olması gereken asgari ücrete mahkum kılınmıştır. Barınma ve konut sorunu giderek daha yakıcı hale gelmiştir. Eğitim ve sağlık gibi temel hizmetler daha yoğun biçimde piyasaların insafına bırakılmış ve bu hizmetlere erişim giderek zorlaşmaya başlamıştır.
  8. Türkiye’de neolberalizmin derinleştiği, her şeyin piyasa kurallarının konusu haline geldiği son çeyrek yüzyılda kayıtlı kadın istihdamı yüzde 30’u geçememiş; öte yandan kuralsız, esnek, güvencesiz işlerde kadın emeği alabildiğine büyümüştür. Kadının formel istihdamının baskılanması ve düşük ücretin, güvencesiz istihdamın kadınlar için kural haline gelmesi ile kadın düşmanlığı birbirini tamamlayan devlet politikaları haline gelmiştir. Çocuk, yaşlı, hasta bakımından evin ekonomik bir birime dönüştürülmesine kadar emeğin yeniden üretim sürecinin tüm yükü kadınların omzuna yüklenirken, kadınlara yönelik çeşitli sosyal yardım politikaları Saray Rejimi’nin rıza inşasının güçlü bir dayanağı olarak işlevlenmiştir.
  9. Saray Rejimi’nin yerli ve uluslararası şirketler için taşeron ve fason üretime dayalı için bir ucuz emek cenneti haline getiren bu politikalarıyla onun göçmenlere dair izlediği siyaset birlikte düşünülmelidir. Saray Rejimi göçmen siyasetini şekillendirirken Türkiye halkının ve yerinden edilen milyonlarca göçmenin hak ve hukukunu değil, yalnızca ve yalnızca göçü dışsallaştırmak isteyen kapitalist merkezlerin, emeği ucuzlatmanın ve güçsüzleştirmenin yollarını arayan yerli sermayenin çıkarlarını gözetmektedir. Bugün Türkiye’de sayısı 1 milyonu aşan göçmen/mülteci işçinin çeşitli emek-yoğun sektörlerde kayıtdışı olarak çalıştırıldığı tahmin edilmektedir. Bunların büyük bir kısmı Türkiyeli işçilere göre düşük ücretler, uzun çalışma saatleri, ücret hırsızlığı ve özel disiplin ve şiddet mekânizmaları gibi unsurları içeren ayrıksı bir emek rejimine tabi olarak şehir yaşamında tutunmaya çalışmaktadırlar. Bu ayrıksı/paralel emek rejiminin varlığı sayesinde sermaye sınıfı, Türkiyeli işçilere dayatılması durumunda emek arzı sıkıntısı, kolektif direnç ve hukuki yaptırım gibi sorunlarla karşılaşabileceği sömürü ve disiplin koşullarını sığınmacılara dayatabilmektedir. Bakanlık düzeyinde resmi otoritelerin de bizzat kabul ettiği gibi Türkiye’de büyük bir kısmı fason pek çok işletme göçmen emeğini söz konusu koşullarda sömürerek ayakta kalabilmekte ve sermayesini büyütebilmektedir.
  10. Toplum içerisinde gittikçe keskinleşen ve kendisini göçmenlere/mültecilere yönelik artık gündelik hale gelmiş fiziki saldırılarla ve linç girişimleriyle gösteren düşmanlık göçmen işçilerin Türkiyeli emekçilerle bir bağ kurmasını, emek süreçlerinde karşılaştıkları aleni istismar ve şiddet karşısında hak arayışı içerisine girmelerini engellemekte ve üzerilerindeki denetim ve disiplini en üst düzeye çıkarmaya katkıda bulunmaktadır. Bununla birlikte ekonomik gücün, seküler kentsel/kamusal yaşam sahalarının ve yurttaşlık haklarının kaybına dair göçmen düşmanlığına zemin teşkil eden endişeler ne Suriyeli sığınmacıların ülkemize yerleşmesiyle başlamıştır, ne de bu kaygıları ortaya çıkaran süreçlerin sığınmacıların gelmesiyle ilgisi vardır. Esasında her biri AKP’nin son 20 yılda İslami-milliyetçi bir ideolojik formasyon içerisinde görünmez ve meşru kılmaya çalıştığı sermaye saldırısının ürünü olan bu tahribat bugün geniş kesimler tarafından göçmenler hedef tahtasına yerleştirilerek anlamandırılmaktadır. Emekçi sınıflar, esas karşıtlığı göçmenler ile kendileri arasında kurdukları oranda AKP iktidarı ve sermaye sınıfı ile girilmesi gereken hesaplaşma ve mücadele gündeminden uzaklaşmaktadırlar. Bu açıdan göçmen düşmanlığı Türkiye’deki emekçi sınıflar için son tahlilde AKP’yi de ferahlatan bir “depolitizasyon” sahası olarak işlemektedir. Ayrıca, yaygınlığı, kontrolsüzlüğü ve keskinliği, ve aynı zamanda bir kitlesel şiddete dönüştüğünde geniş kalabalıkları peşinden sürükleyebilmesiyle göçmen düşmanlığı bugün Türkiye’de kritik siyasal/toplumsal süreçleri sermaye düzeni lehine yönlendirmeye yönelik manipülasyonlara ve provokasyonlara kaynaklık edebilecek bir olgudur.

    TÜRKİYE SERMAYE SINIFININ RÜYASINI AKP GERÇEKLEŞTİRİYOR
  11. AKP iktidarının Türkiye’de devlet, toplum ve ideoloji alanlarında yarattığı dönüşüm sadece bu partinin dünya görüşüne ve siyasal İslamcı ajandasına indirgenemez. 21 yılda adım adım mevzi kazanan ve sonuçları itibariyle ülkemizi derin bir yozlaşmaya ve gerilemeye mahkum eden bu dönüşüm, esas olarak Türkiye kapitalizminin 12 Eylül’le birlikte benimsediği programın hedeflerini hayata geçirmeye dönüktür. Neoliberal birikim biçiminin gereklilikleri olarak emek gücünün ucuzlatılması, emek örgütlülüğünün dağıtılarak işçilerin tarikat ve cemaat kuşatması altına alınması, kamusal hizmetlerin özelleştirmeler yoluyla tasfiye edilmesi ve yurttaşlığın en temel haklarının piyasa mekanizmalarına bırakılması, toplumun refah seviyesini artıracak bir kalkınma anlayışı yerine ihracat-inşaat sektörlerine ve para spekülasyonlarına dayalı bir büyüme anlayışının hakim kılınması gibi özellikleri açısından Türkiye sermaye sınıfının rüyaları, AKP iktidarları eliyle gerçeğe dönüştürülmüştür. AKP’yi, aynı amaçlara sahip kendisinden önceki sermaye partilerinden ve hükümetlerinden ayırt eden ise tüm bu uygulamaları hayata geçirirken arkasına geniş bir kitle desteği almayı başarması ve sistemin düğümlendiği uğraklarda zor ve rıza mekanizmalarını kararlı biçimde devreye sokabilmesi oldu.
  12. AKP iktidarının zor aygıtı olarak devleti ele geçirmesi ve onun tüm imkanlarını partizan bir biçimde kullanması, Türkiye siyasetinin ayrıksı ve geçici bir görünümü olarak değerlendirilemez. Kolluk kuvvetlerinden yargıya, basından vakıflara, muhtarlıklardan valiliklere ve sivil örgütlere kadar son derece geniş bir alanda işleyen zor mekanizmaları sadece AKP’nin demokrasi karşıtı karakterinden değil, esas olarak tam da Türkiye kapitalizminin arzu ettiği dönüşümü hayata geçirecek bir otoriter devlet aygıtına duyulan gereksinimden beslenir. Türkiye kapitalizminde bazı sermaye fraksiyonları, AKP’nin yarattığı kanunsuzluk ve hukuksuzluk konusunda zaman zaman eleştiriler dile getirse de devlet-toplum ilişkisinde, toplumsal yaşam ve kültürde, işçi sınıfının gündelik yaşamının tarikat ve cemaatler tarafından kuşatılmasında gözlenen otoriterleşme eğilimi ile köklü bir anlaşmazlığı bulunmamaktadır. Bu açıdan, Türkiye’de demokrasinin sınırlarının genişletilmesi ve otoriterleşmenin geriletilmesi için yürütülecek mücadele, AKP iktidarına olduğu kadar, Türkiye kapitalizminin ülkemize dayattığı egemenlik modeline de karşı durmak zorundadır.
  13. AKP iktidarının zor aygıtına paralel olarak rıza mekanizmalarını kullanırken gösterdiği beceri de hafife alınmamalıdır. AKP sözcülerinin ve bilhassa seçmenlerinin sık sık kamuoyuna yansıyan kimi söz ve davranışları, muhalefette, bu partinin ideolojik dinamizmini ve kitleleri seferber etme gücünü hafife alma eğilimi doğurmaktadır. İdeolojinin sadece belirli fikir ve değerlerin doktrinasyonundan ibaret olmadığını, esas itibariyle belirli toplumsal pratikler aracılığıyla kitleler üzerinde etkin olduğunu hatırda tutarsak, AKP iktidarının taban örgütlenmesinin rıza mekanizmalarının etkililiğinde özel bir yer tuttuğunu görebiliriz. Muhtarlıklar, kaymakamlıklar, valilikler, belediyeler, bakanlıklar, müdürlükler, vakıf ve dernekler gibi onlarca kurum ve kuruluş aracılığıyla düzenli olarak milyonlarca emekçi yurttaşla temas halinde olan AKP, hem devletin tüm kaynaklarını kullanabilmesinin hem de yandaş sermaye gruplarının birikimi üzerinde tasarruf sahibi olabilmesinin avantajıyla hareket etmektedir. Başta “yoksullukla mücadele” adı altında yürütülen sosyal yardım faaliyetleri olmak üzere, siyasal İslamcı dünya görüşünü yansıtır tarzda düzenlenen kamusal yaşam alanları ve Türk-İslamcı güç fetişizmiyle pekiştirilen savunma sanayii girişimleri, doğrudan doğruya yoksul emekçi kitlelerle temas aracı olarak kullanılmakta ve muhalefetin sandığından daha etkili olmaktadır. AKP iktidarını 21 yıldır taşıyan seçmen tabanının tüm krizlere ve sarsıntılara rağmen bir türlü çözülmemesinin yanıtı da bu geniş toplumsal pratik alanında üretilen ideolojik seferberlikte aranmalıdır. Dolayısıyla, AKP iktidarını yenmek ve onun temsil ettiği vizyonla köklü biçimde hesaplaşmak, bir toplumsal pratiği ve ideolojik seferberliği gerektirmektedir.
  14. AKP iktidarının amaçlarıyla sınırlı olmayıp bir bütün olarak Türkiye kapitalizminin programıyla örtüşen otoriterleşme, son seçim sonuçlarının ardından yoluna yoğunlaşarak devam edecektir. Partimizin 2018 Kongresi’nde kayıt altına aldığı “otoriter kapitalizm” saptaması, bu koşullarda önemini ve açıklayıcılığını sürdürmektedir. Söz konusu otoriterleşmenin görünen yüzü devlet aygıtının tüm toplumsal ve siyasal yaşamı iktidarın açık ya da dolaylı şiddetiyle doldurması, yurttaşın devlet karşısında tamamen savunmasız, devletin de yurttaş karşısında tamamen sorumsuz olmasıdır. Bununla birlikte, “otoriter kapitalizm” saptamamızın ve otoriterleşme eğilimi olarak gözlemlediğimiz sürecin esası fiziksel şiddetin oranı değil, emekçilerin siyasete katılım kanallarının sistematik biçimde kapatılmasıdır. Toplumsal örgütlülüğün sıfıra yakın seviyelere düşmesi, kamu otoritesini ve hizmetlerini denetleyecek hiçbir hukuksal dayanağın kalmaması, halkın çıkarlarını ve haklarını temsil eden siyasal taleplerin muhalif düzen partileri tarafından da rafa kaldırılması ile birlikte emekçilerin hem yurttaş hakları çiğnenmekte hem de siyasete katılım olanakları ellerinden alınmaktadır.
  15. AKP, bu otoriterleşme mantığını kolluk kuvvetleri ve yargıyı kanunsuz ve hukuksuz biçimde işlevlendirerek kendi dünya görüşüne ve gerici karakterine en uygun hale getirmiştir. Bu yönetme tarzının tüm şiddetiyle devam edeceğinden emin olmak gerekir. Türkiye, AKP’nin son seçim galibiyetiyle birlikte Saray Rejimi’nin kökleşmesi, yerleşiklik kazanarak kalıcılaşması tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu tehlike, emekçilerin siyaset alanına katılım olanaklarını tümüyle ortadan kaldıracak bir otoriterleşmenin yoğunlaşması ile cisimleşecektir. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de otoriterleşme eğilimi esas olarak bu perspektiften izlenmeli ve otoriterleşmeye karşı mücadele emekçilerin siyasete katılım olanaklarının güçlendirilmesini hedeflemelidir.
  16. Saray Rejimi’nden kurtulmak için 2023 seçimleri geniş muhalefet kesimlerince fırsat olarak görülmüş ancak seçim sonuçları bu beklentiyi karşılamak yerine büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Seçim sonuçlarına bakıldığında, AKP oy kaybetmiş olsa da bu oyların Cumhur İttifakı’nın içindeki diğer partilere gittiğini ve bir bütün olarak Saray Rejimi’nin işçi sınıfı üzerindeki etkisinin sürdüğü görülmektedir. Saray Rejimi’nin, yarattığı enflasyonist ortam ve bölüşüm krizine rağmen, işçi sınıfının özellikle mavi yakalı kesimi üzerinde kurmuş olduğu siyasi hegemonyanın devam etmesi ve gittikçe genişleyen güvencesiz emekçi kitleler üzerinde sosyal yardım silahını etkili biçimde kullanarak yoksulluğu yönetebilmesi bu tablonun önde gelen nedenlerindendir. Diğer yandan, AKP’nin oy hesabıyla hayata geçirdiği asgari ücret zamları, EYT yasası, düşük faiz politikası ile uyguladığı borçlandırma uygulamaları gibi adımların da bir karşılığı olmuştur.

    AKPNİN SEÇİM GALİBİYETİ KESİN ZAFER ANLAMINA GELMİYOR
  17. 2023 seçimleri ile Saray Rejimi, ülkenin zenginliklerini ve emekçilerin yarattığı değerleri çeşitli parazitleşmiş güç öbeklerinin ve sermaye sınıfının hizmetine sunmaya yarayan araçlarını daha da geliştirme şansı elde etmiştir. Bu anlamıyla AKP 2023 dönemecinden galibiyetle çıkmıştır. Fakat bu galibiyet bir kesin zafere denk düşmemektedir. Zira, AKP’nin sürdürülebilir bir birikim rejimini tesis edememe, bunu tamamlayacak kuşatıcı bir toplumsal hegemonya oluşturamama ve iç bütünlüğü olan bir devlet düzeni inşa edememe gibi 2013’ten beri süregelen yapısal ve iflah olmaz açmazlarının yalnızca bir seçim galibiyetiyle ortadan kalkması mümkün değildir. Bilakis, AKP’nin seçim badiresini atlatmak uğruna yaptığı tüm siyasi-ideolojik ve iktisadi hamleler söz konusu açmazlardan doğan çelişkiler yumağının devlet sahasının içerisine daha da yoğun bir şekilde çekilmesine neden olmuştur.
  18. 2023 seçimlerinde elde ettiği galibiyet Saray Rejimi’ni ekonomi yönetimindeki açmazlardan da kurtaramamıştır. Tam aksine, seçim sürecinde devletin tüm olanakları kullanılarak olağanüstü tedbirlerle ertelenen birikim rejimi krizi seçim sonrasında Saray Rejimi’nin önüne daha şiddetli bir şekilde çıkmış durumdadır. Yeni dönemde Saray Rejimi’nin önünde iki tercih bulunmaktadır: Ya düşük faiz politikası terk edilmeyecek, Türkiye kapitalizminin döviz ihtiyacı ancak ülke kaynaklarının yabancı yatırımcıların yağmasına daha da fütursuz bir şekilde açılmasıyla karşılanmaya çalışılacak ve yeni kur şokları, yüksek enflasyon ve cari açık girdabı devam edecektir ya da faizlerin arttırılması, kredilerin azalması ve talebin daraltılması ile pek çok işletmenin kapatılmasının, kitlesel işten çıkarmaların önü açılacak ve gittikçe derinleşen yoksulluğun yanına hızla artan işsizliğin eklenmesine razı olunacaktır. Her iki yol da halihazırda büyük bir yoksullaşma dalgası içerisinde boğulmakta olan emekçilerin sorunlarını katmerlendirecektir. Böylesi bir tabloda bugüne kadar işsizlik tehdidi karşısında düşük ücret, uzun çalışma saatleri ve güvencesiz çalışmaya razı edilen geniş kesimlerin tepkilerini öngörmek kolay olmayacaktır. Bugüne kadar bu kesimlerin huzursuzluğunu sandıktan gelen meşruiyetle, toz pembe gelecek vaatleriyle, siyasal İslamcı-milliyetçi hamasetle yatıştırmaya çalışan siyasal iktidarın eli öncekinden daha güçlü değildir. Saray Rejimi’nin, bu durumun doğurabileceği her kolektif toplumsal tepkiyi ve hak arayışını zor ve tehditle sindirmeye çalışmaktan başka çaresi olmaması onun gücünün değil kırılganlığının bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir.
  19. Türkiye için bir dönüm noktası teşkil eden Gezi Direnişi piyasacılığa, gericiliğe ve otoriterliğe yönelik düzen muhalefetinin ufkunun çok daha ilerisinde konumlanmış itirazın eşitlikçi ve özgürlükçü bir yeni toplum arayışıyla buluştuğu momenti temsil etmiştir. Türkiye tarihinin en kitlesel ve en yaygın başkaldırısı olan Gezi Direnişi karşısında AKP iktidarı, bu radikal muhalif enerjinin toplumun bütününe yayılma endişesinden duyduğu ürküntüyle iki yönelim izlemiştir. Birincisi toplumsal muhalefet üzerindeki baskıyı ve kuşatmayı iyice derinleştirmiştir. İkinci olarak ise bugüne kadar desteğini aldığı toplumsal kesimleri bu geniş ve yaygın muhalif toplumsallığın karşısında, ona düşman, yekpare ve adanmış bir blok haline getirmeye çalışmıştır. AKP’nin 2013 sonrasında toplumdaki muhalif eğilimlerin tümünü kriminalize etmeye yönelik ideolojik mekanizmaları kesintisiz bir şekilde devreye sokması, başta MHP ülkücülüğü olmak üzere Türkiye sağının tüm unsurlarını bünyesine eklemlemeye çalışarak kendi bloğunu genişletmeye çalışması, İslami-milliyetçi ideolojik tazyikini gün geçtikçe arttırması ve Kürt sorununda savaş politikalarına yeniden rücu etmesi gibi yönelimler pek çok neden yanında temelde Gezi’de cisimleşmiş eşit ve özgür toplum arzusunun önüne bir ideolojik ve toplumsal set çekme arayışının ürünü olmuştur. Bugün kamuoyunda “kutuplaşma” terimi üzerinden teşhis edilmeye çalışılan toplumun kategorik bir AKP karşıtlığı içerisinde olan kesimleriyle, onun ideolojik yörüngesinde kalanlar arasındaki seçim sonuçlarına da yansıyan yarılma Türkiye’nin modern siyasi tarihine gömülü olduğu iddia edilen bir “modern-muhafazakar”, “çevre-merkez” ayrığının salt bir tekrarı olarak görülemez. Bu yarılma, daha çok Gezi sonrası sürece özgü dinamiklerin ve AKP’nin toplumsal mühendislik hamlelerinin damgasını taşımaktadır. Bugün, bu yarılmada AKP karşısında pozisyon alan toplumsal kesimler, Saray Rejimi’nin bütün çabalarına rağmen bu düzeni değiştirme arzusundan koparılamamıştır.
  20. AKP’nin 2023 seçim “galibiyeti” her ne kadar muhalif toplumsal sahada büyük bir moral bozukluğu ve umutsuzluk ortaya çıkarmış olsa da bu durum Saray Rejimi’ne onay verme, ona teslim olma anlamına gelmemektedir. Baskın olan eğilim daha ziyade bu kesimlerin, kendilerinin güya temsilciliğini üstlenmeye soyunan düzen muhalefetine dair tersine çevrilmesi oldukça zor olan güvensizliğidir. Bu durum, iktidar için bir avantaj olarak gözükse de Saray Rejimi’ni her türlü basınca rağmen kabullenmeme eğiliminde olan ve düzenin belirlediği sınırların dışına taşma potansiyelini taşımaya devam eden milyonlar varlığını sürdürmektedir. 2023 seçimleri, Saray Rejimi’ne toplumun bütününü kuşatabilecek, kendisine yönelik yaygın ve köklü itirazı marjinalleştirebilecek bir hegemonik kapasite sunmuş değildir. Aksine, bugüne kadar AKP’nin baskıcı politikalarıyla sindirilmeye, çalışılan bu kitlesel/toplumsal muhalefet potansiyelinin yönetilebilmesi/yönlendirilebilmesi, tahammül sınırlarını zorlayan yoksullaşmanın ve düzen muhalefetinin itibar yitiminin varlığında önceki dönemlere kıyasla daha zordur. Üstelik mevcut yoksullaşmaya eklenmesi muhtemel işsizlik artışı ortamında Saray Rejimi’nin kendi yörüngesinde tuttuğu kesimlerle olan ideolojik bağlarını perçinlemesinin önünde de sınırlar olacaktır.
  21. AKP iktidarı bugüne kadar bir parti-devlet bütünleşmesini inşa etme konusunda büyük yol kat etmiştir. Ne var ki, alınan bu mesafe AKP’nin kendisiyle doğrudan organik bir bağlantısı olmayan, aynı ideolojik kökten gelmeyen kimi güç odaklarıyla yaptığı pragmatik koalisyonlar ve ittifaklar sayesinde mümkün olabilmiştir. AKP, bir zamanlar Fethullah Gülen tarikatı için söz konusu olduğu gibi ya bu güç odaklarının devlet içerisinde halihazırda sahip oldukları etki alanlarını genişletmelerine imkan tanımış ya da diğer pek çok irili ufaklı müttefikin dışarıdan devlet sahasına dahil olmalarının önünü açmıştır. Bu bakımdan AKP iktidarı daha en baştan beri, hem rızasını devşiremediği toplumsal kesimleri, hem sermayenin farklı fraksiyonlarını hem de devlette konuşlanıp pay isteyen bu çeşitli çıkar gruplarını aynı anda idare etmek gibi bir gereklilikle karşı karşıya kalmıştır. Tüm bu dengeleri tutturma çabası birbiriyle kimi zaman çelişen, kurallara dayanmayan, günü kurtarmaya yönelik idari ve siyasi kararların alınmasını beraberinde getirmiştir. Böylelikle AKP’nin devlet üzerindeki hakimiyetine yerleşik bir devlet nizamının inşası eşlik edememiştir. Bu, AKP’nin devletin kurumsal, ideolojik ve kadrosal bütünlüğünün yitimi anlamına gelen bir devlet krizi içerisinde debelendiği anlamına gelmektedir. Üstelik bu dengeleri tutturma çabası başarısız olduğunda AKP iktidarı, en açık ve şiddetli bir şekilde 2016 yılındaki darbe girişiminde gözlenen sarsıntılarla karşı karşıya kalmıştır. Her bir sarsıntı, AKP’nin devlet içerisindeki müttefiklerini yine günü kurtarmaya yönelik olarak yeniden dizayn etmeye yönlendirmiş ve bu da sürdürülebilir, kurallara bağlı bir devlet nizamının oluşturulabilmesi sorununu daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir.
  22. AKP ve Erdoğan için bir varlık-yokluk meselesi haline gelen 2023 seçimleri onun bu koalisyonlara bağımlılık halini ortadan kaldırmamıştır. Erdoğan liderliğine bağımlılıktan kaynaklı olarak iç içe geçmiş bulunan kimi sermaye grupları, tarikat örgütlenmeleri, yönetim ve bürokraside çeşitli konumlara yerleşmiş ülkücü kadrolar ve benzeri çıkar ve güç ağları önümüzdeki dönemde hem rejimin kendileri için yarattığı kaynaklardan pay almaya hem de onun yeniden üretimine katkıda bulunmaya devam edeceklerdir. Üstüne üstlük söz konusu koalisyon yapısı seçim sonrası süreçte daha da karmaşıklaşmıştır. Zira, seçim sürecinde ortaya çıkan ittifakı genişletme ihtiyacı HÜDA-PAR ve Yeniden Refah gibi farklı siyasal İslamcı odaklardan Türkçülere ve ulusalcılara uzanan geniş yelpazedeki yeni örgütlenme ve klikleri devletten rol ve pay kapma yarışının içerisine sokmuştur. Hal böyleyken 2023 seçimlerinin ardından Saray Rejimi’nin kalıcı bir devlet düzeni inşa etmesi için gerekli kurumsal, ideolojik ve kadrosal bütünlüğü sağlaması zor görünmektedir.
  23. Türkiye’de siyasetin ve toplumsal ilişkilerin yaşadığı statüko ve sıkışma pek çok açıdan sürdürülebilir olmayan yanlar barındırmaktadır. Her şeyden önce, mevcut durumda Türkiye siyasetini yöneten kadroların çeşitli nedenlerle yolun sonuna geldiği görülmektedir. Daha açık bir ifadeyle, 2023 seçimlerinin Erdoğan, Bahçeli, Kılıçdaroğlu gibi isimlerin son seçimi olduğunu düşünebiliriz. Bundan sonraki süreç, ister 5 yıl sonraki genel seçimle ister bir erken seçimle olsun, Türkiye’nin “Erdoğan sonrası döneme” geçişinin planlanmasıyla koşullanacaktır. Erdoğan sonrası döneme dair bazı sermaye fraksiyonları ile devlet içindeki kimi çevrelerin geçiş senaryosu Millet İttifakı eliyle masaya sürülmüş, ancak 2023 seçimlerinde bu senaryo gereken onayı alamamıştır. Önümüzdeki süreçte bu senaryonun güncellenmesi, yeni lider, kadro ve bileşimlerle tekrar masaya sürülmesi olasıdır. Öte yandan, 2023 seçimini kazanan Erdoğan ve onu destekleyen sermaye fraksiyonları ile partileşmiş devlet aygıtı, Erdoğan sonrası döneme dair kendi geçiş senaryosunu oluşturma ve masaya sürme fırsatı elde etmiştir. Türkiye’nin önümüzdeki dönemini bu geçiş senaryoları arasındaki rekabetin biçimlendirmesini, bu rekabet içinde hem yeni ittifak bileşimlerinin hem de lider profillerinin ortaya çıkacağını beklemek gerekir.

    DÜZEN MUHALEFETİ UMUTSUZLUĞU, TİP UMUDU TEMSİL EDİYOR
  24. Türkiye’de sadece son seçimler değil, yaşanan 21 yıllık sarsıcı dönüşüm de gösteriyor ki, ülkemizin bir iktidar sorunu olduğu kadar ciddi bir muhalefet sorunu da bulunmaktadır. Başını CHP’nin çektiği düzen muhalefeti, AKP karşısındaki toplum kesimlerinin beklenti ve taleplerini karşılayamamakla kalmamakta, neredeyse her kritik dönemeçte başarısızlığa savrularak kendisinden beklenti içinde olan yurttaşlarımızı ağır biçimde demoralize etmektedir. Bilhassa Saray Rejimi’nin kurumsallaşmasını hızlandıran ve AKP’nin kendi lehine rıza ürettiği uğraklarda son derece tartışmalı kaygılarla açık destek de veren CHP, tüm iddialarına rağmen AKP’nin seçmen tabanını çözmede görünür bir başarı yakalayamamış ve sonuç olarak AKP’yi yenememiştir. Bu başarısızlığın tahlili konusunda hiçbir dişe dokunur açıklama yapılmamış olması, hatta söz konusu başarısızlığın mimarlarının görevlerine devam ediyor oluşu da geniş toplum kesimlerindeki inançsızlık ve umutsuzluk hissini körüklemektedir. Kendisini seçmenine/üyesine karşı sorumlu hissetmeme, başarısızlıklar hakkında samimi bir özeleştiri yapmak yerine çeşitli yöntemlerle bu süreci oldu bittiye getirme hali, düzen muhalefetinin tüm öznelerinde bir tutum olmanın ötesine geçerek bir zihniyet meselesi haline gelmiştir. Özellikle gençler arasında bu tutumun büyük bir tepki çekiyor olması ise dikkatle incelenmelidir. Başta partimiz olmak üzere, Türkiye sosyalist hareketi, her kritik kavşakta CHP tarafından hayal kırıklığına uğratılan ilerici yurttaşlarımızın adresi olmayı denemek için son derece uygun fırsatlara sahiptir.
  25. 2023 seçimlerinde Saray Rejimi’nin karşısındaki en büyük muhalefet gücü olan ve Cumhurbaşkanlığı için Kemal Kılıçdaroğlu’nun ortak adaylığı konusunda birleşen Millet İttifakı, geniş kamuoyunun ve araştırma şirketlerinin beklentisinin aksine hem Meclis’te çoğunluğu sağlayamamış hem de cumhurbaşkanlığını kazanamamıştır. Bu başarısızlığın arkasında birçok nedenin yattığı, bu nedenlerin bazılarının en baştan beri görülüp çeşitli uyarılara konu olduğu, bazılarının ise seçim sonuçlarının tahliliyle ortaya çıktığı söylenebilir. Her şeyden önce, Millet İttifakı’nın adaylık konusunda kendi içinde yaşadığı ve dışa yansıttığı gerilim, hem seçim çalışmalarına başlamakta geç kalınmasına neden olmuş hem de Millet İttifakı’nın ulaşmayı hedeflediği AKP-MHP tabanında ciddiyet ve güven eksikliği görüntüsü oluşturmuştur. Adaylık sorunu aşılmış olsa bile, bu defa da Millet İttifakı’nın özellikle siyasal söylem konusunda ortak bir dil tutturamadığı görülmüş, İttifak içindeki sağ partilerin ve kimi sözcülerinin ifadeleri bütünlük ve ortaklık duygusunu sürekli zedelemiştir. Başta HDP/Yeşil Sol Parti ile sosyalist partiler ve toplumsal muhalefet örgütleriyle daha yakın ilişki kurma gereği de yine İttifak’ın sağ partileri tarafından sürekli engellenmiş, zaman zaman Saray Rejimi ile yarışan nitelikte ayrımcı ve faşizan söylemlere başvurulmuştur. Seçim sürecindeki saha çalışmalarında koordinasyonsuzluk gözlenmiş, buna karşılık CHP listelerinden sağ partilere ayrılan kontenjanlar ciddi bir motivasyon kaybına sebep olmuştur. Sonuç olarak, Millet İttifakı kendi içinde bütünlüğü olmayan, Erdoğan karşıtlığı dışında bir siyasal söylem ve tahayyül sunamayan, eklektik bir görüntü arz etmiştir.
  26. Millet İttifakı’nın seçim başarısızlığının arkasındaki nedenlerden bir diğeri ise ağır bir ekonomik krizle yüzleşmeyi bekleyen, geçim sorunları hızla büyüyen ve sarsıcı bir bölüşüm şoku yaşayan toplumun karşısına inandırıcı bir ekonomik model koyamamasıdır. Millet İttifakı’nın ekonomi modeli, neredeyse bütünüyle neoliberal ortodoksinin kurallara bağlanmış versiyonundan ibarettir. Böylesi bir ekonomik model, başta Kılıçdaroğlu olmak üzere kimi sözcülerin tüm vaatlerine rağmen, esas olarak halka değil Türkiye kapitalizminin kimi büyük sermaye fraksiyonlarına hitap etmektedir. Neoliberal ortodoksinin kurallı versiyonu ile halka yönelik kimi rahatlatıcı yardım modellerinin çelişkili biçimde birleştirildiği bu söylem, başta iktidar seçmeni nezdinde inandırıcılık kazanamamış, böylece Millet İttifakı’nın beklediği ve vaat ettiği gibi iktidar tabanından oy devşirmesi mümkün olmamıştır. 21 yıldır devletin tüm imkanlarının partizan biçimde seferber edilmesiyle yaratılan sosyal yardım ağları, kamu destekleri, büyük ölçekli yatırımlar, borçlanma imkanları, dolaysız iaşe sunumları gibi uygulamalar güç ideolojisiyle de beslenerek iktidar seçmenini mevcut ekonomik sıkıntıların geçici olduğuna, geçici değilse de sadece Saray Rejimi ile Erdoğan tarafından çözülebileceğine ikna etmiş görünmektedir. Hem Kılıçdaroğlu hem de bir bütün olarak Millet İttifakı bu başlıkta tutarlı ve ikna edici bir söylem oluşturamamıştır.
  27. Hem Türkiye siyasetinde aşırı sağcı/milliyetçi/dinci akım ve tabanın gücü hem de ana muhalefet içindeki dengeler önümüzdeki dönemde iktidar kadar muhalefetin de sağa açılan yönelimini sürdüreceğine yönelik ipuçları vermektedir. Bu sağa gidişin en açık izleneceği alanlar emekçilerin çalışma koşullarındaki gerilemenin ve geçim sorunlarının derinleşmesini izleyen gerici/ırkçı manipülasyonların yoğunlaşması, Kürt halkının haklarına ve siyasal temsilcilerine yönelik ayrımcı ve hukuksuz saldırılar, kadınların ve LGBTİ+ yurttaşların yaşam haklarını ve özgürlüklerini tehdit eden söylem ve eylemler,  şeriat ve cihat temelli dinci partiler ile tarikat ve cemaatlerin laikliği toplumsal yaşamdan tümüyle kazımaya yönelik girişimleri, göçmenlere yönelik düşmanlığın siyasal kampanyalar eliyle büyütülmesi ve Alevilere yönelik dışlayıcı ve/veya asimilasyoncu politikalar olacaktır. Seçimlerin ikinci turunda muhalefete de kabul ettirilmek istenen, “kazanmak için şart” dayatmasıyla merkezi bir kampanya haline getirilen ve partimiz açısından paylaşılması söz konusu bile olamayacak bir içerik taşıyan ayrımcı, düşmanlaştırıcı söylemler bunun bir görünümüdür. Partimiz başka başlıkların yanı sıra Saray Rejimi’nin ve yeni Meclis’te çoğunluğu kazanmış olan gerici-faşist ittifakın tüm saldırılarına karşı bir kırmızı çizgi olmak için en kararlı ve yüksek mücadeleyi sergileyecektir.

NİCEL BÜYÜMEDEN NİTEL SIÇRAMAYA GEÇİŞ VAKTİ

  1. Türkiye İşçi Partisi’nin nihai hedefi, emekçilerin iktidarı ve sosyalizmin inşasıdır. İktidar stratejisinin temel ayaklarını sosyalist siyasetin kitlesel ve etkin bir güç haline gelmesi, başta emekçiler olmak üzere halkın farklı kesimlerinin sosyal-ekonomik-politik zeminlerdeki örgütlenme seviyesinin artırılması, partinin bir iktidar alternatifi haline gelecek şekilde yetkinleşmesi, sermaye düzeninin işleyişini geri dönüşü olmayacak şekilde sekteye uğratacak yol ve yöntemlerin geliştirilmesi oluşturur.
  2. TİP, kurulduğu günden bugüne halkın düzen siyaseti tarafından karşılanamayan talepleri ile sosyalizm hedefi arasındaki bağlantıyı kurarak, sosyalizmi kendi içine kapalı ve iç tartışmalarına gömülü yalıtılmış bir akım olmaktan çıkarma, onu toplumsallaşmış, kitleselleşmiş bir muhalefet odağı haline getirme ve uzun vadede de Türkiye’yi kapitalizm cehenneminden çıkaracak bir devrimci atılıma öncülük etme arayışı içerisindedir.
  3. Partimizin doğuş ve ilk adımlarını attığı aşama olarak değerlendirilebilecek geçen dönemin öncelikli ve kısmen de olsa yerine getirilebilen görevleri partinin ideolojik-politik yöneliminin belirginleştirilmesi, sosyalizmin kitlesel bir politik güç haline getirilmesi, parti kurumsallığının ve örgütlenmesinin temellerinin atılması olmuştur. 
  4. Geride kalan dönemde TİP’in üstesinden gelebildiği görevler arasında bazıları daha öne çıkmış, daha popülerleşmiş olsa da elde edilen her mevzi bütünlüklü bir bakışın ürünü ve birbirini tamamlar niteliktedir. Örneğin, ideolojik-politik yönelimi belirsiz bir parti, ne sosyalist siyaseti kitlesel bir güce çevirme potansiyeline ne de örgüt kurma yeteneğine sahip olabilir. TİP’in seçimlere dönük konsantrasyonu da, sosyalizmi kitlesel bir politik güç haline getirme hedefinin bir alt bileşeni, bir aracı olarak değerlendirilmelidir. İktidarı hedefleyen devrimci ve sosyalist bir parti için seçimler kurumsallığı, bütünsel siyaseti, geniş kitlelere seslenmeyi, yerel bağları, ülke yönetimine talip olma iddiasını geliştirmek gibi işlevlerle yüklenmiştir. Bu işlevler önemli olmaya devam edecektir. Bu bakımdan TİP’in politik gelişim yolunda seçimler özel bir yere sahip olacaktır. 
  5. Partimiz geçen mücadele döneminde ve seçimlerde, bir yandan Saray Rejimi’ni sonlandırma iradesinin etkin bir parçası olmaya, ilerici güçlerin ortak bir eksende bir arada mücadele etme kapasitesini arttırmaya gayret gösterirken, diğer yandan da kendi özgün pozisyonunu ve programını korumuştur. Bu tercih, partimizin sosyalist siyasetin etkin, kitlesel bir güç haline gelmesi çerçevesinde benimsediği stratejik yönelimin bir uzantısı olarak ortaya çıkmıştır. 
  6. TİP; 2023 Mayıs seçimlerine, Saray Rejimi’nin kendi lehine biçimlendirdiği, partimiz için özel handikaplar barındıran yeni seçim sistemi altında girmiştir. Saray Rejimi seçim sürecinde muhalefetin ve özellikle de Emek ve Özgürlük İttifakı’nın yurttaşlara ulaşmasını engellemeye yönelik elindeki tüm araçları kullanmıştır. Tüm bu dezavantajlı koşullara ek olarak seçim sürecinin son bir ayında partimize yönelen seçmen desteğini tırpanlama amaçlı “stratejik oy” manipülasyonları devreye sokulmuştur. Tüm bu olumsuzluklara rağmen partimizin 1 milyona yakın yurttaşımızın desteğini alarak yüzde 1,76 oy oranına ulaşması uzun süredir devam eden büyüme ve kitleselleşme çabalarının sonuç verdiğini tescillemiştir. Bugün TİP Türkiye’de toplumsal alanda bilinen ve tanınan ayrıksı bir odak ve siyasi alanda da mutlaka hesaba katılması gereken bir muhalif siyasal aktör olma eşiğine ulaşmış durumdadır. Bu haliyle partimiz sosyalizmin iktidar yürüyüşünde inkar edilemeyecek nesnel bir potansiyele sahip durumdadır.
  7. TİP’in yakaladığı bu kitleselliğin bugün Türkiye’nin siyasal ve toplumsal hayatında ciddi dönüşümler yaratması, TİP’in yalnız sol içerisinde değil Türkiye siyasetinin genelinde mevcut karanlık tabloyu sarsacak değişimleri tetiklemesi mümkündür. Önümüzdeki dönemde TİP’in en önemli hedeflerinden birisi Türkiye’deki yerleşik siyasal güç dengelerini, sabitlenmiş ideolojik koordinatları bozarak birleşik bir emek hareketinin, sosyalizm mücadelesinin önünü açan politik bir kuvvet haline gelmektir. TİP, önümüzdeki dönemde bu ana stratejik doğrultusuna uygun hedefleri benimseyecek ve buna yönelik araçları yaratmaya çalışacaktır.

    TİP STATÜKOYU SARSAN BİR POLİTİK KUVVET HALİNE GELMELİDİR
  8. TİP‘in sosyalizmin toplumsallaşması ve kitleselleşmesi hedefine yönelik kazandığı mevzilere, Saray Rejimi’nin toplumun yarısı üzerindeki ideolojik hakimiyetinin kırılamadığı ve bunun da seçim sonuçlarının genel görünümüne yansımaya devam ettiği bir durum eşlik etmektedir. Millet İttifakı bileşenlerinin seçim sonrasında sergilediği ilkesizlik ve basiretsizlik, toplumun geniş kesimlerinde aldatılmışlık, yalnız bırakılmışlık hissiyatını yaygınlaştırmıştır. Seçimlerin hemen sonrasında bu dağınıklığı fırsat bilerek zam ve vergi yağmuruyla emekçilere yönelik saldırıda vites yükselten Saray Rejimi’nin derinleştirdiği yoksulluk, böylesi bir ortamda politik bir itirazın ve mücadelenin konusu haline gelememektedir. Uzun bir süredir halktaki haklı korku ve kaygıları göçmen karşıtlığına dayalı bir milliyetçiliğin arkasına yedekleyerek depolitize etmeye çalışan ırkçı-milliyetçi akımlar böylesine büyük bir boşluk ve dağınıklık ortamında Saray Rejimi karşısında temsil edilmediğini hisseden geniş kitleler üzerindeki tesirini arttırmaya çalışmaktadır. TİP, kendi haline bırakıldığında Türkiye toplumunu bulunduğu yerden daha da geriye çekmesi kaçınılmaz bu tabloyu değiştirecek bir politik kuvvet olarak sahne almaya kararlıdır. Partimizin böyle bir kuvvet haline gelebilmesi farklı ölçeklerde eşzamanlı politik ve ideolojik müdahaleler yapmayı gerektirmektedir.
  9. Bu doğrultuda, TİP, seçimlerde desteğini sunmuş ve aynı zamanda kafasında birinci seçenek olsa bile “oyum boşa gider” endişesiyle oy desteği sunmaktan imtina etmiş geniş kesimler nezdinde görünürlüğünü arttırmak, yakaladığı hızlı kitleselleşme temposunu bu kesimleri örgütlü mücadeleye dahil ederek sürdürmek durumundadır. Partimizin genişleyeceği dış sahada kendisine en yakın konumda olan ve hatırı sayılır bir büyüklüğe sahip bu kitlenin parti tarafından yalnızca birer üye olarak içerilmesinin ötesine geçmek gerekmektedir. Bu kesimlerin partiyle sürekli gündelik temas kurmalarını sağlayacak ve böylelikle de parti aidiyetlerini güçlendirecek kamusal zeminlerin oluşturulması ve buna yönelik yeni araçların, etkinliklerin ve sosyal ortamların yaratılması elzemdir.
  10. İçinde bulunulan karamsarlık dalgası karşısında partimizin umut veren bir seçenek olarak öne çıkması TİP‘in yeni dönemde  Saray karşısında en kararlı muhalefeti yapan parti olmanın ötesine geçerek, Türkiye’yi AKP karanlığından çıkarabilecek ve ülkeyi halkla birlikte yönetebilecek başat bir iktidar alternatifi olarak belirginleşmesine bağlıdır. Parti, bu hedefe göre örgütlendiği ve bu hedefe kilitlendiği oranda bugüne kadar tercihini düzen içi muhalefet partilerinden yana kullanmış ve onlara bel bağlamış geniş toplumsal kesimler için çekim merkezi haline gelebilecektir.
  11. Sermaye sınıfı, Saray Rejimi’nin siyasi önderliğinde Türkiye için dünyada özel bir yer, misyon ve hedef yelpazesi arayışı içerisindedir. Bu perspektifi yansıtan yayılma ve emperyalist hiyerarşide üst basamaklara tırmanma hedefi, emperyal kutuplar arasındaki gerilimlere oynamak ve başta askeri-sanayi olmak üzere belli başlı sektörleri bu politikanın taşıyıcı unsuru haline getirmek, iç siyasette kullanılmaya elverişli “yerlilik-millilik” söylemine zemin hazırlamakta, toplumun geniş kesimlerine sirayet eden bir “anti-emperyalizm” yanılsamasını üretebilmektedir. TİP’in yeni dönemdeki görevlerinden biri de bu retoriğin ve imajın boşa düşürülmesidir. Partimiz, söylemsel düzeyde “emperyal güçlere kafa tutma” olarak yansıyan bu politikanın esasında emperyalist merkezlerle büyük oranda uyumlu şekilde hayata geçtiğini, Türkiye’yi tarımdan enerjiye kadar pek çok alanda daha bağımlı ve yağmaya açık hale getirdiğini ve en önemlisi de emekçileri daha da yoksullaştırıp patron sınıfını zenginleştirmeye hizmet ettiğini halkçı bir üslupla anlatacaktır.
  12. Cumhuriyetin geçtiğimiz yüzyılında her türlü elverişsiz koşula ve baskıya rağmen kültür-sanat alanının hemen her kolunda sol/sosyalist sanatçılar kendi alanlarında yüksek nitelikli, ve dünden bugüne aktarılan ürünler ortaya koyabilmiş ve bunlar sosyalizm iddiasının toplumsallaşabilmesine, sol mücadelenin dilinin ve sembollerinin zenginleşmesine katkıda bulunmuştur. Özellikle 12 Eylül 1980 darbesinden sonra gerek ilerici/demokrat sanatçılar üzerindeki baskıların arttırılması, Türk-İslam sentezi doktriniyle uyumlu kültür-sanat üreticilerinin devlet eliyle desteklenmesi gibi yöntemler gerekse de bu sahaya piyasa ilişkilerinin ve şirketlerin nüfuzunun derinleşmesi nedeniyle sol siyaset ile kültürel üretim alanı arasındaki bağ gerilemiş gibi gözükmektedir. Öte yandan 1990’ların başında işçi hareketlerinin yükseldiği dönemde ve en son Gezi direnişi bağlamında ortaya çıktığı üzere ülkedeki toplumsal mücadelelerin kabardığı süreçlerde kültür-sanat sahası ile toplumdaki eşitlikçi-özgürlükçü arayışlar birbirini besleyebilmiş ve Türkiye’nin kurutulmaya çalışılan düşünsel/sanatsal birikimi bu dönemeçlerde yeniden canlanabilmiştir. AKP iktidarı, hem kendi yarattığı toplumsal düzene meydan okumanın bir zemini haline gelebilen kültür-sanat sahasını ilerici dinamiklerinden arındırmaya hem de tüm kaynaklarını seferber ederek “kültürel iktidarı” ele geçirmek adı altında bu alana kendi rengini çalmaya  yönelik sistemli bir nüfuz mücadelesi vermektedir. Ne var ki korumak istediği sermaye/talan düzenini hiçbir etik-politik ilkeye bağlı olmayan dizginsiz bir pragmatizmle, fırsatçılıkla sürdüren, Türkiye toplumunun gerçekliğinin üstünü içi boş bir böbürlenmeyle örtmeye çalışan, her türlü eleştirel ve yaratıcı fikri baskılayan bir siyasal iktidarın güdümündeki “kültürel üretim” basit propagandif ve hamasi malzemelerin yayılmasının ötesine geçememektedir. Bugün AKP iktidarının “yerli ve milli sanat” olarak Türkiye’nin ilerici kültürel-sanatsal birikimin karşısına yerleştirdiği, Türkiye toplumuna bol bol hamaset, düşmanlık ve kibir pompalayan ürünler her ne kadar estetik bir değere sahip olmasa ve ayrı bir kültür-sanat ekolü oluşturmasa da Sarayın hizmetine sunulan kitle iletişim araçları vasıtasıyla toplumun geniş kesimlerini tesiri altına alabilmekte ve mevcut tahakküm ilişkilerine rıza üretilmesine yardımcı olabilmektedir.

    Böyle bir tablo karşısında ülkemizde eğitim kurumlarından akademiye, kültür-sanat ortamından yayıncılığa kadar çok geniş bir alanda özellikle 12 Eylül’den bu yana süregiden kuşatmayı yarmak artık daha fazla ötelenemez bir görev olarak karşımızda durmaktadır. Sosyalizm tarihin her döneminde, mevcut koşulların ötesine işaret edebildiği, sınırları zorladığı, yeniyi temsil edebildiği süreçlerde toplumsal ve dönüştürücü bir güç haline gelebilmiştir. Toplumdaki adalet arayışları ve bunun politik sahadaki ifadeleri ile kültürel alandaki üretim, her iki sahanın özgünlükleri gözetilerek kol kola ilerlediğinde, birbirleri için ön açıcı niteliğe bürünebilir. Türkiye İşçi Partisi, yaşanabilir dünya özlemlerinin, eşitlik ve özgürlük hayallerinin kültürel üretimin kendi dinamiği içerisinde aktarıldığı mecraların oluşturulması ve bu üretimlerin toplumsallaşması için var gücüyle çalışmalıdır.

    TİP İKİNCİ YÜZYILDA CUMHURİYETÇİLİĞİ SAHİPSİZ BIRAKMAYACAK   
  13. Partimizin Saray Rejimi’ni ve onun yarattığı toplumsal düzeni kabul etmeyen ve düzen muhalefeti tarafından da temsil edilmeyen geniş halk kesimleri ile kalıcı bağlar kurarak, onlar için bir iktidar alternatifi haline bürünebilmesi, onların mevcut duyarlılık, yakınma ve arayışlarıyla dönüştürücü bir temas kurmasına bağlıdır. Bu kesimler içerisinde AKP’nin yarattığı tahribatı cumhuriyetin tasfiyesi olarak görme ve yakınmalarını AKP öncesindeki hâkim resmi ideolojiyle yakın ilişki halindeki tarih anlatısı, önkabuller ve semboller üzerinden anlamlandırma, baskın bir eğilim olarak öne çıkmaya devam etmektedir. Öte yandan, bu eğilim bugün yalnızca, Saray Rejimi tarafından itibarsızlaştırılan ve devlet katında artık eski yoğunluğuyla temsil edilmeyen ulus-devletin resmi ideolojik kodlarının nostaljik bir sahiplenmesiyle sınırlı kalmamaktadır. Bu eğilim aynı zamanda cumhuriyetçiliğin laiklik, kamuculuk, bağımsızlık gibi evrensel değerleri temelinde AKP’nin dayattığı gerici toplum düzeninin karşısına yerleştirilmiş özgürlükçü-demokratik ve „medeni“ bir toplumsal hayat arzusunu da kendi içinde barındırmaktadır. Bu durumun, ülkemizin mevcut karanlıktan kurtulması, sosyalist hareketin kitleselleşmesi, partimizin iktidar perspektifinin güçlenmesi için son derece önemli fırsatlar barındırdığı görülmektedir. TİP, bugüne kadar, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel gelişimi içerisinde birer ilke olarak öne sürülen ama ülkedeki sınıf hâkimiyetinin tesisi adına milliyetçi, tekçi ve dışlayıcı bir kapitalist ulus-devlet yapılanmasına itaat ve rıza üretmenin aracı olarak kullanılan bu değerleri eşitlik ve özgürlük mücadelesiye bütünleştirme ve bunlara yeni bir politik içerik kazandırma gayretinde olmaya devam edecektir. 
  14. TİP toplum içerisinde halen itibarını koruyan ve özlem duyulan bu değerleri ne “Kemalist reaksiyonun” bir ifadesi olarak kodlayıp karşısına alacak ne de bunları halkın popüler bilincindeki ve söylemindeki haliyle olduğu gibi yansıtan bir konumda olacaktır. TİP, bu ilkelerin bugün sermaye tahakkümü ve bunun beraberinde getirdiği gerici ideolojik kuşatma karşısında sınıfsal ve halkçı bir içerikle donatılmasının güncel bir ihtiyaç olduğunu savunmaktadır. Sermayenin insanı ve doğayı tüketen talanı karşısında “kamu yararını”, devletin sermaye sınıfının bütünüyle güdümüne girmesi karşısında “halkın egemenliğini”, toplumların birbirlerine düşman içe kapalı dinsel, etnik/ırksal cemaatlere bölündüğü ve vatandaşların kolektif bir bütünün parçası değil birer piyasa oyuncusu olmaya sevk edildiği bir süreç karşısında “eşit yurttaşlığı”, sömürü, yoksulluk koşullarına din adına onay istendiği ve her türlü zorbalığın din adına savunulduğu bir dünyada “laikliği” savunmak sosyalistler açısından her zamankinden daha da önemli bir görev haline gelmiştir. Buradan yola çıkarak TİP, halkımızın popüler algısında halen itibar sahibi olan bu değerlerin ancak ve ancak sermaye sınıfının saldırısına karşı bir direncin ve işçi sınıfının iktidar programının birer unsuru haline getirildiğinde, yani sınıfsal bir içerikle donatıldığında güncel bir karşılığa sahip olabileceğini ve sosyalist mücadele açısından anlam kazanabileceğini savunmaktadır. Bu açıdan cumhuriyetçilik TİP için onunla ilişkili değerleri sahiplenen geniş halk kesimleriyle kurulacak temas ve etkileşim için bir köprü olmanın yanında, birlikte dönüşme ve eyleme yüzeyidir. TİP cumhuriyetle ilişkili değerleri, halkımızın yüzünü geriye değil ileriye, sırtını başka halklara değil sermaye düzenine çevirmelerini sağlayacak bir içerik, söylem ve pratikle savunmaya devam edecektir.
  15. TİP, hem bir fikir hem de bir ideal olarak cumhuriyetçiliğin savunucusu olmak, halkın içinde sivrilen cumhuriyetçi popüler duyulara sınıfsal bir içerik kazandırarak örgütlemek, Türkiye’yi ikinci yüzyılında sermaye tahakkümünü karşısına alan, ülkedeki eşitlik ve özgürlük arayışlarını temsil eden bir cumhuriyetle buluşturma mücadelesini yükseltmek için bir adım öne çıkmalıdır. Türkiye’de halkın egemenliğinin gerçekten ve bu defa geri alınamaz biçimde sağlanması, sosyalist bir cumhuriyet mücadelesinde TİP’in hem kırmızı çizgisi hem de kendisine biçtiği asli görevdir.

    SERMAYEYE KARŞI HALKIN ORTAK MÜCADELESİNİ ÖRGÜTLEYECEĞİZ
  16. TİP’in bir önceki kongrede, emeğin hakları ve özgürlükler arasındaki bağı kuvvetlendirmeyi öne koyan politik-ideolojik yaklaşımı geçerliliğini sürdürmektedir. Yaklaşımın tamamlayıcı unsurları olarak, ekolojik yıkım ve yağmaya karşı direniş ve toplumsal adalet talebinin yükseltilmesi de sayılabilir. Bu çizgi TİP’e toplumun bütününe seslenebilmenin, farklı emekçi kesimlerin özlem ve taleplerini birleştirebilmenin anahtarını vermektedir. Dahası, TİP bu pozisyonunu derinleştirebildiği oranda, kadın ve gençlik mücadelesinde de yeni mevziler kazanabilir. Yine, tüm bu alanlarda derinleşme, TİP’in özellikle düzen muhalefetiyle ayrım çizgilerinin belirginleşmesinde avantaj sağlayacaktır.
  17. TİP, bir yandan Saray Rejimi’ne yabancılaşmış geniş halk kesimleri üzerindeki ideolojik ve siyasal ağırlığını arttırmaya çalışırken, diğer yandan da toplumun tamamına seslenme çabasını yoğunlaştıracaktır. TİP’in mevcut ideolojik koordinatlarda ve siyasal güç denklemlerinde kaymalar yaratacak, gedikler açacak bir politik kuvvet olması demek son tahlilde Türkiyeli emekçilerinin çeşitli bölmelerinin AKP’nin ideolojik yörüngesinden çıkarabilmesi demektir. Bu doğrultuda TİP hâlihazırda Saray Rejimi’ne karşı kararlı itirazını sürdüren kesimlerin temsiliyetini üstlenme hedefi ile rejimin çekiminde kalmaya devam eden emekçileri bulundukları eksenden koparma hedefini bütünleştirmek durumundadır. Bu hedeflerin bütünleştirilmesi, toplumda ortaya çıkan talep ve rahatsızlıkları yalnızca temsil etmekle değil aynı zamanda sınıfsallaştırmakla mümkün olabilir. Son 10 senede yaşanan görülmedik düzeydeki bölüşüm şokunun, mülksüzleşmenin ve hayat pahalılığının emekçi kesimlerin bütün bölmelerinin acil gündemi haline geldiği bir durumda özgürlük, adalet, laiklik eksenindeki özlemler ile emekçi sınıfların geçinmeye, barınmaya ilişkin yaşamsal talepleri arasındaki bağlantılar bugün her zamankinden daha görünür durumdadır. TİP’in önümüzdeki dönemde bir siyasal kuvvet haline gelmesini mümkün kılacak bir toplumsallığa ve örgütlülüğe erişebilmesi emekçilerin tüm bölmelerini ortak kesen halkçı bir iktidar programını yaygınlaştırabilmesine ve yaratıcı söylem ve pratiklerle geniş halk kesimlerini bu program etrafında buluşturabilmesine bağlıdır.
  18. Genel seçimler, iktidara destek bakımından toplumda yaklaşık yarı yarıya bir bölünme hali olduğunu bir kez daha teyit etmiştir. TİP, iktidara karşıtlık konusunda toplumun bir yarısıyla kurduğu duygu ortaklığını önemseyecektir. TİP, bu yarılmanın doğal sonuçlarıyla kavga etmeyecek, doğal ve nesnel olarak toplumun bu yarısında daha fazla büyüyecek, mücadelesi daha fazla bu kesim içerisinde karşılık bulacaktır. Ancak, iktidara karşı konumlanmış toplum kesimleri bir bütün olarak değerlendirilemez. Bu kesim kendi içerisinde pek çok alt katman, ideolojik ve sınıfsal çatışma barındırmaktadır. Aynı şekilde, seçimlerde iktidar lehine tercihte bulunmuş kesimler de bir bütün olarak değerlendirilemez. Partimiz, bu yarılmanın kalıcı hale gelmemesi için, hangi partiye oy verirse versin, hangi kültürel, etnik, inançsal kökenden olursa olsun emeği ve alınteriyle geçinen tüm yurttaşlara seslenecek, onlarla yol arkadaşı olmaya gayret edecektir. Bunun için, emek-özgürlük bütünlüğüne sahip içeriğini korumakla birlikte emekçiler cephesindeki yoksullaşma, yoksunlaşma ve yalnızlaşmayı halkçı bir üslupla vurgulayan bir politik mücadele hattında ısrar gerekir.
  19. İktidarı hedefleyen bir parti için kaçınılmaz olan bu yaklaşım, bugünkü bağlamda iki açıdan güncel bazı siyasal ihtiyaçlara da cevap vermektedir. Birincisi, iktidar karşıtı bölme içerisinde, toplumsal yarılmayı pekiştiren bir kabuğuna çekilme ve karşı tarafla irtibatını kesme eğilimi tehlikelidir. TİP, duygu ortaklığı içinde olduğu yurttaşlar içerisindeki bu eğilimle de mücadele edecek, böylece bu kesimin en azından bir bölümünün ideolojik-politik açıdan emekle yoğrulmuş bir omurga kazanmasına hizmet edecektir. İkincisi, iktidar yandaşı görünen kesimler içinde henüz yarılma değilse de kimi çatlaklar oluşturma, var olan çatlaklara sızma hedefi gerekli ve gerçekçidir. TİP, bu iki hedefi de yerine getirebilecek yegane sol aktör olarak görünmektedir.
  20. Türkiye’de mevcut düzenin toplum üzerinde kurduğu tahakkümü geriletme mücadelesinin öznesi yalnızca sol/sosyalist partiler, demokratik kitle örgütleri ve sınıf sendikaları değildir. Özellikle sosyalist hareketin güç kaybederek toplumsal talepleri belirli bir siyasal program doğrultusunda örgütleme kapasitelerinin aşındığı 1980’li yıllardan itibaren dünyanın farklı yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de de egemen tahakküm ilişkilerinin belirli görünümlerini özellikle gündemleştiren kadın, çevre, LGBTİ+ hakları mücadelesi gibi toplumsal hareketler öne çıkmış, kazanımlar elde etmiş ve kitleselleşmiştir. Bu hareketler bir yandan AKP’nin yaratmaya çalıştığı toplumsal düzenin iktisadi, ideolojik ve siyasal temellerini karşısına aldıklarından onun yoğun baskısına maruz kalmışlar diğer yandan da tüm bu baskılara rağmen ona direnme ve onunla mücadele etmeye yönelik yeni cepheler açmışlardır. Bu toplumsal hareketlerin gündemleştirdikleri meseleler hem birbiriyle hem de genel olarak sosyalist mücadelenin demokratik hedefleri ile bağlantılı olduğundan bir sosyalist partinin bu hareketlerin oluşturduğu dinamiklerden bağımsızlaşması mümkün değildir. Onların kazandıkları her mevzi aynı zamanda sosyalist mücadele açısından da ön açıcıdır.
  21. TİP, bugüne kadar, hem iktidarı hedefleyen bir sınıf partisi olmanın beraberinde getirdiği yapısal ve programatik farklılıklarının bilincinde olarak hem de her bir toplumsal hareketin kendi özerk dinamiklerini gözeterek bu alanla siyasi pratik içerisinde olgunlaşan sağlıklı bir ilişki kurmuştur. Bu sayede partimiz toplumsal hareketlerin içerisinden çıkan pek çok platformla dayanışma ilişkilerini geliştirmiş, bu platformlarda yer alan pek çok mücadeleci ayrıca partimize de katılarak içerideki siyasal tartışmaların zenginleşmesine ve derinleşmesine katkıda bulunmuştur. TİP, Türkiye’de mevcut siyasal güç dengelerini değişime zorlayan bir politik kuvvet haline gelme, toplumsal talepleri halkçı ve sınıfsal bir eksende bütünleştirerek ortak bir mücadele hattı kurma ve bu yolla halka güven veren kazanımlar elde etme stratejisiyle uyumlu olacak şekilde toplumsal hareketlerle ilişkisinde benimsediği mevcut tarzı geliştirerek sürdürecektir. 2023 seçimleri sonrasında, Saray Rejimi’nin salt sandığa indirgenmiş bir matematik işlemiyle yerinden edilmesinin son derece zor olduğunun ortaya çıktığı bir durumda partinin toplumsal hareketlerle kuracağı ilişkilerde belirli bir doğrultunun belirginleştirilmesi özel bir önem taşımaktadır.
  22. TİP’in toplumsal hareketlerle kurduğu ilişki yalnızca iletişim ve dayanışma halinde olmakla sınırlı değil aynı zamanda karşılıklı dönüşmeye dayalı bir ilişkidir. Fakat bu dönüşüm toplumsal hareketlerin çeşitli platformlarının ve kendi iç gündem ve ihtilaflarının parti içerisine dahil edilmesi, partinin de toplumsal hareketlerin mücadele alanlarına el koyarak tekelleştirmesi anlamına gelmemektedir. Bütüncül bir siyasal iktidar perspektifine sahip bir parti olarak TİP, toplumsal hareketlerin kendi gündemlerinin parti içerisinde ayrı bir mücadele sahası haline gelebileceği, üyelerinin partiyle ilişkilerini toplumsal hareketler içerisindeki gündem ve hedefler üzerinden şekillendirecekleri bir alan olamaz. TİP, Türkiye’de sermaye düzeninin yarattığı sorunların, taleplerin ve mağduriyetlerin birbirleriyle bağlantısının sınıfsal bir karşıtlık ekseninde kurulmasını, bu taleplerin ayrı ayrı değil bütüncül bir mücadele gündemiyle ilişkili biçimde işlenmesini ve atomize toplumsal gruplar tarafından değil devrimci dönüşümü sırtlanan ortak bir halk mücadelesi yoluyla pratikleştirilmesini benimsemektedir. Bu açıdan, toplumsal hareketlerin öne çıkardıkları gündem ve talepler, partinin bu genel iktidar arayışı ve onunla uyumlu stratejik doğrultusu ile dolayımlandığı ölçüde parti çalışmalarında yer bulabilir. Toplumsal hareketlerle karşılıklılık, birincisi partinin kendi içerisinde oluşturduğu stratejik yönelimi zenginleştirmeye yönelik olarak bu hareketlerden hem düşünsel hem de pratik olarak beslenmek; ikincisi de partinin üyeleri aracılığıyla bu toplumsal mücadele alanlarında önderleşmesini ve hareketin yönelimlerinin partinin hedefleriyle bütünleşmesini sağlamak anlamına gelmektedir.
  23. İktidarın siyasal-ideolojik sahasına girmeyi başarmış, gündem belirleyebilen bir kadın hareketi AKP Türkiye’sinin en önemli siyasal aktörlerinden biri olarak yükselmiştir. Ne var ki özellikle Gezi Direnişi’nden bu yana Türkiye’deki en güçlü toplumsal dinamiklerden biri olan, son üç-dört yıla kadar darbe ve sıkıyönetim koşullarında bile meydanı boş bırakmayan kadın hareketi, belirgin düzeyde bir temsil ve örgütsüzlük sorunu ile yüz yüze kalmış, yıllar içinde de etkiye tepki veren, savunma pozisyonuna odaklanan, kazanım sağlama motivasyonu ise geriye düşmüş, kitleselleşme ve örgütlenme perspektifini güçlendiremeyen bir toplumsal hareketlilik oluşmuştur. Saray Rejimi’nin saldırıları karşısında kendini bir tür “yaşam tarzı aktivizmi” ve “egemene karşı çıkma” iradesi olarak var eden, var etmek zorunda bırakılan kadın hareketi, emeğin cinsiyetli yüzü gibi en temel meselelere ya da eşitlikten özgürlüğe tüm hatları kesen laiklik kavgasına yeterince eğilememiştir. Bakım emeğinin sosyal politika konusu haline getirilmesi gerekliliği, kadın yoksulluğu ve işsizliğine dönük kamucu politikalar oluşturma ihtiyacı, emeğin cinsiyetli yüzündeki sömürü yoğunluğu ve bu arada iki yüz yıllık eşit ücret talebi merkezi mücadele başlıkları haline gelememiştir. Bu bağlamda toplumsal hareketlerin bir parçası olarak kadın hareketi ile parti ilişkisini yeniden ele almak, mevcut birikimi yok saymayan, ama kadın mücadelesini sınıfsal karşıtlığı yeniden yükselterek ele alan, onun emek karakterini öne çıkaran ve Saray Rejimi karşıtlığıyla birlikte ataerkiyle kavgayı içeren bir mücadele hattı örmek TİP’in hedefleri arasındadır.
  24. Gençler, Saray Rejimi’nin bilinçli tercihi sonucunda kamusal hizmet ve olanaklardan hiç olmadığı kadar mahrum bırakılmıştır. Eğitim, barınma, beslenme, ulaşım gibi en temel ihtiyaçlar özelleştirmeye kurban edilerek gençlerin bu haklara erişimi zorlaştırılmıştır. AKP iktidarı 22 yılın sonunda gençlerin geçinemediği, KYK borçları altında ezildiği, kitap okuyamadığı, kültür sanat etkinliklerine gidemediği, müzik, resim, dans gibi sanat dallarına yönelemediği, spor yapamadığı, kendini gerçekleştiremediği, geleceğe umutla değil kaygıyla baktığı bir ülke yaratmıştır. Bu koşullar altında yaşama tutunabilmek, eğitimini sürdürebilmek ve masraflarını karşılayabilmek için önceden “part-time işçi olarak çalışan öğrenciler”, düşük ücretlerle, kısa zamanlı, güvencesiz çalışmak zorunda kalan “tam zamanlı çalışan part-time eğitim gören” öğrencilere dönüşmüş ve Saray Rejimi eliyle bildiğimiz anlamda öğrencilik “tasfiye edilmiştir”. Tüm bu süreç gençlerde memlekete karşı aidiyet ve özveri duygularının sarsılmasına, ülkenin yalnızca geleceğini değil bugününü de inşa etmeye aday olacak gençlerin Türkiye’yi kurtulunması gereken bir yer olarak görmesine neden olmuştur. Bugün gelinen noktada Türkiye sermaye sınıfının gençlere yurtdışına kaçma fikrinden öte sunabileceği bir hayal ve hayat yoktur. TİP’in sosyalizm mücadelesi, son derece ağır bir proleterleşme ve geleceksizleşme sürecinde hayatının yönünü ve yolunu arayan milyonlarca gence kutup yıldızı olabilecek bir potansiyele sahiptir. TİP, yerel ve genel ölçekte genç ve dinamik bir siyaseti örgütleyip gençliğe seslenen değil onun içinden gelen bir içerik ve biçime bürünmeyi hedeflemektedir.
  25. Aleviler, Saray Rejimi’nin dışlayıcı ve tekçi politikaları doğrultusunda eşit yurttaşlık hakkından mahrum bırakılmış; okul öncesi eğitimden başlayarak şiddetini artıran dinselleşme ile asimilasyoncu politikaların hedefi olmuşlardır. Geride bıraktığımız 2022 yılında 112 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile kurulan Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı ise Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlanmıştır. Bu, siyasal İslamcı Saray Rejiminin, hem asimile etmeyi başaramadığı Aleviliği düzen tarafından içerme hem de Aleviliği bir inanç olarak değil bir kültürel öğe olarak gören anlayışını yerleşikleştirme hamlesidir. Eşit yurttaşlığın, din ve vicdan özgürlüğü ile laikliğin altını oyan, toplumsal yaşamın her alanına İslami bir kamusallık arzusuyla savaş açan Saray Rejimi’nin, Alevi yurttaşlarımıza sunacağı bir gelecek bulunmamaktadır.  TİP; Alevilerin eşit yurttaşlığını, başta İmam Hatipler olmak üzere eğitimde dinselleşmenin ve din dersi dayatmasını sona ermesini; cemevlerinin ibadethane olarak diğer inanç merkezleriyle aynı statüde kabul edilmesini savunmaya devam edecek; yüzlerce yıllık eşitlik ve özgürlük mücadelesini sürdüreceğiz.
  26. Saray Rejimi’nin son 10 yılına damga vuran müftü nikahı, 4+4+4 ile kız çocuklarının eğitimden uzaklaştırılması, gündelik yaşamın sistematik biçimde dinselleştirilmesi, çocuk evliliklerinin desteklenmesi, giyim kuşamdan kamusal yaşama kadar kadınlara dönük kısıtlayıcı müdahaleler, kürtajın fiilen yasaklanması, “kutsal aile” ve annelik propagandasının resmi ideolojiye dönüşmesi, 6284 sayılı kadını şiddetten koruyacak kanunun ve nafaka hakkının saldırı altında olması, Medeni Kanun’un hedef alınması, boşanmaların zorlaştırılması, arabuluculuk ve manevi danışmanlık, LGBTİ+’lara yönelik sistematik ayrımcılık ve yaşamlarına yönelik tehditler, gibi uygulamalar rejimin kadın ve LGBTİ+ düşmanlığını açık biçimde göstermektedir. Bu düşmanlık seçim sonrasındaki kısa süreçten anladığımız üzere hız kesmeden sürecektir. Partimiz başka başlıkların yanı sıra Saray Reijimi’nin ve yeni Meclis’te çoğunluğu kazanmış olan gerici-faşist ittifakın temel hak ve özgürlüklere yönelik tüm saldırılarına, ırkçı, cinsiyetçi düşmanlık politikalarına karşı bir kırmızı çizgi olmak için en kararlı ve yüksek mücadeleyi sergileyecektir.

    TİP SINIFIN İKİ YAKASINI BİRLEŞTİRECEK
  27. Partimiz, emek ve alınteriyle geçinenlerin, ücretlilerin yoksullaşması, yoksunlaşması ve yalnızlaşması karşısında sınıfın mavi, beyaz ve “gri” yakalı kesimlerinin tamamına seslenmeli, ancak özel olarak kentli emekçileri hedef almalıdır. Saray Rejimi’nin son ekonomik saldırısının birinci derecede mağduru olan kentli emekçiler aynı zamanda yaka ayrımı fark etmeksizin kent ölçeğinde yan yana gelme imkanı bulabilmekte, ortak sorunlara ortak refleksler geliştirebilme potansiyeli taşımaktadır. Mavi yakalıların hem iş yerlerindeki ve toplumdaki konumları hem de geçmişten devralınan örgütlenme alışkanlıkları kentli emekçilerin ortak mücadelesine sınıf karakteri kazandırmak açısından özel bir öneme sahiptir. Öte yandan, sınıfsal refleksleri ve ortaklık duyguları zayıf olan beyaz yakalıların görece politize muhalif karakterinin de sosyalist siyaset ve ideoloji bakımından değer taşıdığı tespit edilmelidir. TİP ayrıca önceki konferans ve kongrelerinde bu iki kesim arasında salınım halinde bir “gri yakalı”lığın varlığını tespit ederek sınıf perspektifini ve söylemini güçlendirmiştir. Sınıfın iki yakasını bir araya getirme perspektifiyle hareket etmesi gereken partimiz hem politik-ideolojik söylem ve eylemleriyle hem de özel eğitim alanındaki öğretmenler, sağlıkçılar, uzun saatler çalışmak zorunda kalmasına rağmen giderek yoksullaşan plaza emekçileri, teknik elemanlar gibi iki kesim arasında ortaklık duygusunu yaratmaya imkan sağlayan emekçi bölmelerini de hedeflemeli ve buralarda örgütsel kazanımlar elde etmelidir.
  28.  Seçim sonuçlarına baktığımızda, Saray Rejimi’nin işçi sınıfı üzerindeki etkisinin sürmesinin en temel sebeplerinin, iktidarın yarattığı enflasyonist ortam ve bölüşüm krizine rağmen, işçi sınıfının özellikle mavi yakalı kesimi ve sanayi proletaryası üzerinde kurmuş olduğu siyasi hegemonyanın devam etmesi; gittikçe genişleyen güvencesiz emekçi kitleleri üzerinde sosyal yardım silahının etkili biçimde kullanarak yoksulluğu yönetebilmesi olduğu görülmektedir. Asgari ücret zamları, Emeklilikte Yaşa Takılanlar’a ilişkin yapılan düzenlemeler, düşük faiz politikası ile uyguladığı borçlandırma politikası gibi adımlar da tamamlayıcı niteliktedir. İşçi sınıfının yakın tarihin en örgütsüz döneminde olmasına, mevcut sendikalarının ise giderek etkisizleşmesine rağmen irili ufaklı, birbirinden büyük ölçüde kopuk, ama yer yer radikallikler taşıyan işçi eylemlilikleri mevcuttur. Türkiye işçi sınıfının kayda değer bir hak arama kapasitesine sahip olduğu görülmelidir. Özellikle hizmetler alanında uzaktan ve sürekliliği olmayan iş piyasasını anlatan GİG ekonomisinin büyümesi ve iş koşullarının da pandemi sonrasından itibaren giderek vahşileşmesi sürecine verilen tepkilerin de büyüyeceğini tahmin etmek güç değildir. Yine de, güvencesizliğin hüküm sürdüğü bu alanda da genel bir örgütsüzlüğün hâkim olduğunu belirtmek gerekir. Özellikle kent merkezlerinde ve güvencesiz sektörlerde yaşanan ve artarak devam etmesi muhtemel bu hareketlenmenin örgütlenmesi, partimizin önünde önemli bir görev olarak durmaktadır.
  29.  Sanayi işçilerine bakıldığında ise görece daha yüksek sendikalı olma oranına karşın sendikaların bürokratik yöntemleri sonucunda istenilen mücadeleci kimlikten büyük oranda uzaklaşıldığı gözlemlenmektedir. Bu noktada, işyeri komiteleri üzerinden sendikaları mücadeleci bir hatta çekmek yönündeki politikamız güncelliğini korumaktadır. Metal sektöründeki toplu iş sözleşmesi (TİS) süreci partimiz için bu mücadelenin fitilini ateşleyecek bir moment olarak görülebilir. Türkiye İşçi Partisi kendisine ilginin olduğu kentli emekçilerini örgütlemeyi hedefleri arasında tutmaya devam edecek, ancak bunun yanı sıra özellikle yüzünü geçici olarak AKP ve sağ partilere dönmüş mavi yakalı ve sanayi işçilerinin örgütlenmesi için elindeki tüm olanakları kullanacaktır. Bu kesimdeki AKP hegemonyasını kırmanın zorluğunu görmekle beraber, sahadaki seçim çalışmaları emeğin haklarını öne çıkaran bir anlayış, ayrışma ve kamplaşmanın sağlıklı bir şekilde yarılabileceğini bize göstermiştir. Birçok yerel örgütte eski AKP/MHP seçmeni olan emekçilerin partimize üye olması istisnai durum olmaktan çıkmıştır. Bu alandaki mücadele sadece “örgütlenme” ve “hak savunuculuğu” ile kısıtlı bir alan olmadığı da unutulmamalıdır. Partimiz emeğin yoksullaştırılmasına karşı servet vergisi, emekçilerin barınma hakkının elinden alınmasına karşı, barınma rantına neden olan konutların kamulaştırılması, çalışma saatlerinin düşürülmesi vb. birçok talebini daha belirgin hale getirecek ve gündeme taşıyacaktır. Öte yandan, kamu emekçilerinin karşısına resmi enflasyon oranının bile altında bir TİS teklifi ile gelen Saray Rejimi’ne karşı radikal bir sendikal mücadelenin karşılığı olduğu görülmektedir. Yakın zamanda kuruluşunu ilan eden ve “Sınıfta İnat” grubu ile bu alanda etkili politikalar üretilmesi sağlanabilir, sendika içi dar grupçuluktan uzak, tabana dayalı, yapıcı, kapsayıcı ve mücadeleci bir sendikacılığın temeli atılabilir.
  30.  AKP iktidarı, Türkiye’de 1980’li yıllardan itibaren tarım politikalarının serbest piyasa mantığına uygun hale getirilecek şekilde yeniden yapılandırılmasına yönelik politikaları devam ettirmiş ve nihayetinde bugün Türkiye’deki küçük tarım üreticileri üretim sürecinden ürünlerin pazarlanmasına kadar her aşamada tarım-gıda şirketlerinin kontrolü altına girmiştir. Bunun sonucunda küçük ölçekli çiftçi sayısı azalmış, devlet destekleri tırpalanmış ve kırdaki küçük üreticiler artan güvencesizlik, borçluluk ve yoksullaşma ile karşılaşmıştır. TİP, hem küçük üreticilerin hem de tarımda çoğunlukla kayıtdışı bir şekilde istihdam edilen emekçilerin sorunlarını siyaset alanına taşıyabilmek adına bugüne kadar birisi İzmir, Kemalpaşa’da diğeri ise Kırklareli’nde iki tarım konferansı düzenlemiştir. Önümüzdeki dönemde TİP kırdaki üreticilerle temaslarını yoğunlaştıracak ve inşa etmeye çalıştığı sermaye karşıtı halk bloğuna tarım üreticilerini de dahil etmeye gayret gösterecektir.  

    TİP HALKLARIN ORTAK GELECEK HAYALİNİ BÜYÜTECEK
  31.  2023 seçimleri bir kez daha Kürt halkının her türlü baskıya, manipülasyona ve bir bütün olarak düzen siyasetinin Kürt meselesindeki ilkesizliğine rağmen mevcut zorbalık rejimine karşı eşit ve özgür bir toplumda bir arada yaşama arzu ve iradesinde ısrar ettiğini göstermiştir. Türkiye’de barışın, eşitliğin ve özgürlüğün tesisi için eşsiz bir değere sahip olan bu irade, Kürt halkının içerisindeki ilerici dinamikleri tasfiye etmeye yönelik bugüne kadar türlü yöntemler denemiş olan AKP iktidarının bir türlü baş edemediği en büyük korkularından biri olmuştur. İktidarının ilk 10 yılında Kürt halkı içerisindeki bu ilerici dinamikleri “barış süreci” ve “demokratik açılım” gibi projelerle kendi İslamcı hegemonya projesi içerisinde soğurmaya çalışan siyasal iktidar bunun mümkün olmadığını, tersine herhangi bir barışçı yönelimin halklar arasındaki önyargıları zayıflatarak onları ortak bir mücadeleye hazır hale getirebildiğini görmüştür. AKP’nin özellikle son 10 yıldır Kürt meselesini yeniden bir güvenlik meselesine indirgeyerek, Kürtlerin siyasal iradesini baskı ve savaş politikalarıyla kuşatmaya çalışması buradan kaynaklanmaktadır. Bu doğrultuda siyasal iktidar bir yandan seçilmiş belediye başkanlarının yerlerine kayyımlar atayarak asgari bir demokratik hak olan seçme hakkını askıya alacak kadar ileriye gitmiş, başta HDP’nin eski eş başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ olmak üzere yüzlerce Kürt siyasetçi uzun süre keyfi tutuklamalarla siyasetten uzaklaştırılmaya çalışmıştır. TİP, yalnızca Kürt halkının siyasal iradesini gasp etmekle, Kürt meselesine yönelik barışçıl bir çözümü baltalamakla kalmayıp aynı zamanda hukuksuz, otriter ve keyfi politikaların ülkenin bütününe yayılmasına zemin hazırlayan,  herhangi bir hak arama mücadelesini “terörist” yaftasıyla boğan bu yönelime karşı durmaya devam edecektir.     
  32. Türkiye’de bir emekçi iktidarı ancak Türk ve Kürt emekçilerinin yüzlerini birbirlerine dönmesiyle, eşitlik, özgürlük, adalet, barış ve emek temelli ortak bir gelecek hayalinde buluşmasıyla mümkün olabilir. Halkların kardeşçe ve barış içinde bir arada yaşamasını temel alan bu fikir, her türlü ırkçı-faşizan politika ve ideolojilerle mücadeleyi esas alır. Öte yandan, sorunun yalnız Türkiye coğrafyasıyla sınırlı olmadığı açıktır. AKP-MHP iktidarı dahil devlet gücünü kullanan her türlü aktörün ve emperyal güçlerin, sorunları derinleştiren, barışa hizmet etmeyen, Kürt sorununu kullanarak bölgeyi emperyal hedeflerin oyun sahasına çeviren tutumlarının da karşısında yer alınmalıdır. TİP, ülke ve bölge halklarının tüm sorunlarının, kendi iradeleriyle, silaha başvurmaksızın, barış hedefiyle ve demokratik yöntemlerle çözümünün mümkün ve gerçekçi olduğunda ısrar etmektedir. Devlet ve iktidarın Kürt politikası yalnız kör şiddet ve baskı yoluna dayanmamakta, Hüda-Par gibi Hizbullah kökenli örgütlenmeler ile Kürt halkının sosyalizm ve emek mücadelesinden uzaklaşmasını arzulayan sağ-milliyetçi partiler palazlandırılmak istenmektedir. TİP, Türk ve Kürt emekçilerinin ilerici bir eksende buluşmasını engelleme hedefli her türlü eğilimle de mücadele edecektir.
  33. TİP, ittifaklar konusuna basit-teknik bir mesele olarak bakmamaktadır. İktidar mücadelesinin asli sorunsallarından biri olan ittifakların şekillenmesinde dönemin iktidar ve devlet yapısının karakterine karşı takınılması gereken ideolojik-politik tutum, politik güç dengeleri ve emek hareketinin düzen cephesinde gedikler açma kapasitesinin güçlendirilmesine katkıda bulunabilecek toplumsal dinamiklerin varlığı gibi faktörler belirleyicidir. Partimiz, genel seçimler öncesinde kurulan Emek ve Özgürlük İttifakı’na da hem ittifaklara hem de Kürt sorununa ilişkin ilkesel tutumu üzerinden yaklaşmıştır. TİP, ittifakı Türk ve Kürt emekçilerinin ilerici bir eksende yan yana gelişinin bir örneği olarak değerlendirmiştir. Saray Rejimi’nin baskı ve şiddeti karşısında yalnız seçim düzleminde ve yalnız Kürt siyasi hareketiyle değil, daha geniş bir satıhta girişilebilecek işbirlikleri ve yan yana gelişler değerlendirilmiş ve mümkün olan en geniş birliktelik sağlanmaya çalışılmıştır. TİP, Saray Rejimi’nin siyasal İslamcı, cinsiyetçi ve çevre düşmanı karakteri karşısında gerek toplumsal mücadelede, gerekse seçimlerde laiklikten demokrasi ve barışa kadar uzanan bir çizgide yan yana gelişleri zorlamış ve özel olarak Kürt sorununun ittifak projeksiyonuna dahil edilmesini önemsemiştir. Seçim dönemindeki başarı veya başarısızlıklardan, yerli yersiz tartışmalardan daha önemli olan bu genel yaklaşımımız ve mücadelemizdir. TİP ittifaklar ve Kürt sorunu başlıklarındaki ilkesel yaklaşımını koruyacak, dönemin gerektirdiği şekilde en ileri noktada siyasi pozisyonunu alacaktır. 
  34.  Türkiye bugün önlenemez göç hareketlerinin küresel ölçekte tetikleyebileceği sarsıntıları Batılı kapitalist merkezlerin beklentileriyle uyumlu bir şekilde hafifleten dünyanın en büyük göçmen idare merkezi haline gelmiş durumdadır. TİP, bugün halka umut vermekten uzak durumdaki düzen partilerinin göçmen meselesine yönelik yaygın kaygıları istismar etme ve bu yolla kendi siyasal etkilerini “kısa yoldan” koruma ve arttırma eğilimlerinin ülkedeki Saray rejimine karşı hakiki bir muhalefet zemininin altını oymakta olduğunu görmektedir. TİP, esas karşıtlık eksenini yurttaşlar ile göçmenler arasında kurarak ülkenin köklü ve yapısal sorunlarının esas kaynağı olan sermaye düzeninin ve Saray rejiminin rolünü belirsizleştiren bu fırsatçılığa prim vermeyecektir. TİP, ülkede mutlaka ciddiyetle ve yeni bir perspektifle ele alınması gereken bir göç yönetim sorununun varlığını kabul etmektedir. Bu doğrultuda partimiz, göçmen meselesine yönelik gerçekçi bir politikanın öncelikle göçmen/mültecileri hareketsiz bırakarak Türkiye’de sabitleyen, ve ülkeyi dünyanın göçmen idare merkezine çeviren düzeneği ve bunun bir yansıması olan AB ile imzalanmış geri kabul anlaşmasını ortadan kaldırmakla mümkün olduğunu anlatmaya, savunmaya devam edecektir. 
  35. Türkiye’nin tüm sorunlarını ülkedeki göçmenlerin varlığına indirgeyen ve onları esas düşman olarak belleyen eğilim yalnızca belirli milliyetçi gruplarla sınırlı kalmayarak sosyalistlerin doğal kitleselleşme tabanını oluşturacak kesimleri de etkisine ziyadesiyle almış ve ülkenin her yerinde gittikçe yaygınlaşan ve kemikleşen bir tavra dönüşmüş durumdadır. Türkiye’deki göçmen düşmanlığı yalnızca toplumda halihazırda yaygın olan zenofobinin ya da ırkçı düşünce dünyasının basit bir dışavurumu değil saray rejiminin yarattığı siyasal, ideolojik ve iktisadi gerlimlerle rezonans halinde olan ve bu gerilimlerle ilişkili biçimde somut biçimler alan karmaşık bir olgudur. Göçmen düşmanlığına karşı geliştirilecek politika ve söylem; bu karmaşıklığı gözeterek göçmen düşmanlığına zemin teşkil eden endişeleri sınıf perspektifinden politikleştirmek durumundadır. Türkiye İşçi Partisi, Türkiye toplumunun son yıllarda yaşadığı sarsıcı ekonomik güç kaybının, kamusal mekânların dinselleştirilmesinin ve bir bütünün eşit bir parçası olma hissinin gittikçe ortadan kaybolmasının esas sorumlusunun Saray rejimi ve sermaye düzeni olduğunu ısrarla vurgulamaya devam edecek ve emekçilerin bu esas karşıtlık ekseninde örgütlü bir kolektif varoluş kazanması için tüm araçlarını seferber edecektir. Türkiye İşçi Partisi, mücadele içinde bütünleşme stratejisi temelinde halklar arasındaki önyargı ve düşmanlıkların ortak mücadele gündemlerinde bir araya gelerek aşılabileceğini savunmaktadır. Bu minvalde, TİP, sosyal haklar ve eşit yurttaşlık mücadelesine toplumda emeğiyle geçinen statüsü ve kökeni ne olursa olsun herkesi dahil edecek zeminler oluşturmaya çalışacaktır.

    TİP İFŞAYLA YETİNMEYİP MEVZİLER KAZANMAYA ODAKLANACAK
  36. TİP’in yukarıda özetlenen stratejik yönelimlerinin ete kemiğe bürüneceği aşama siyaset yapma biçimi ve taktiksel açılımları olacaktır. TİP geçen dönem, halkın taleplerini radikal şekilde dile getirerek, düzen muhalefetinin girmekten imtina ettiği alanlarda sözcülük yaparak kendine ait bir siyaset tarzı üretmiş oldu. Bu tarzın sınırlarına gelinmese de yeni mevziler yaratmanın gerektiği açıktır. Yüzünü TİP’e dönmüş veya dönebilecek yurttaşların silkinmesini sağlamak, burada umut yaratmak ve henüz seslenmekte zorlanılan topluluklarla bağ kurmak için yeni dönemde, iktidarın ifşa edilmesinin yanı sıra “kazanımlar siyasetine” de odaklanılacaktır.
  37. TİP, yerel/sektörel mikro ölçekleri de içine alacak şekilde, emeğin örgütlenmesi ve hakları, kadın mücadelesi, özgürlükler ve laiklik, ekoloji, gençlik, engelliler gibi alanlarda halkın ortak mücadelesinin kazanım elde etmesini hedefleyecektir. Bugün genel olarak muhalefet ama özelinde de sol-sosyalist hareketin, topluma, birlikte mücadele ettiğinde kazanılabileceğini göstermek gibi bir yükümlülüğü vardır. Özellikle genç ve/veya eğitimli kesimlerin ülkeyle duygusal bağının korunması ya da halkın genelinin siyasetle ilişkisinin süreklileştirilmesinin temel halkası, “ne işe yarayacak?” sorusuna gerçekçi, etkili ve ulaşılabilir hedefler belirlemekten geçecektir. Söz konusu “kazanım siyaseti” bir yasanın gündeme getirilmesi ve meclisten geçirilebilmesi veya iktidarın makro ölçekteki bir uygulamasının durdurulması gibi örnekleri içerebileceği gibi, mahallesindeki bir sorununda, iş yerindeki bir hak kaybında, sokakta yaşayabileceği muhtemel bir tehlike karşısında yurttaşlarımızın ortak mücadelesinin başarıyla sonuçlanmasını kapsamalıdır. TİP, bu çerçevede yürüteceği faaliyette ister istemez gündemler arasında tercihler yapmak, kimi konuları dönemsel olarak elemek zorunda kalabilir. Önemli olan, özel olarak kazanımla sonuçlanmasa da toplumun bütününü ilgilendiren konularda düzenli politik çıkış ve üretimlerde bulunmak; kazanım hedefli somut mücadele alan ve konularında ise sadeleşme ve odaklanmayı başarabilmektir.
  38. Partimizin geniş kitleleri seferber edebilme kapasitesinin şimdiye kadarki en dinamik haline kavuştuğu dönem hiç şüphesiz 6 Şubat depreminin ardından gerçekleşen faaliyet evresidir. Büyük oranda kendiliğinden gelişen muazzam bir yurttaş desteğiyle birlikte şekillenen dayanışma faaliyeti TİP’in o güne dek oluşturduğu güvenilirlik duygusunu hem pekiştirmiş hem de daha geniş bir çeperin nezdinde, mücadele için de dayanışma için de doğru adresin TİP olduğu fikrini büyütmüştür. Bu TİP’in bugüne kadar elde ettiği en önemli kazanımlardan birisidir ve önümüzdeki dönemde bunu daha da derinleştirmek, partimize duyulan bu güvenin hakkını verecek faaliyetleri örgütlemek gerekecektir. 
  39.  Deprem sürecinde aniden gelişen bu hummalı dayanışma faaliyetinde kimi aksaklıklar ortaya çıkmış olsa da, partinin örgütlenme ve koordinasyon kapasitesi hızla yeni işbölümlerine giderek Hatay’a dönük akışın sekteye uğramamasını sağlamıştır. Bu süreç TİP açısından katılımcılığın ve katkı koymak isteyenler için çeşitli kanalların açık olmasının hem kitleselleşme hem de hegemonik bir pozisyon kazanmak açısından ne denli hayati olduğunu göstermiştir. Bilhassa Hatay’daki Asi Koordinasyon Merkezimizin inşası, işleyişi ve uzun bir zaman boyunca oradaki faaliyetlerdeki sürekliliğin sağlanması için gösterilen çabalar, özverinin ve işbirliğinin demokratik ve dayanışmacı bir yaşam tahayyülü bakımından asli birer unsur olduğunu da göstermiştir. Konteyner mahallemizin oluşturulması, burada kadın emeğinin görünür kılınması ve yanı sıra ekolojik kriterlerin hakim olacağı üretim ve istihdam modellerinin hayata geçirilmesi «kazanım siyaseti» adı altında tarif ettiğimiz perspektifimiz dahilinde düşünülmelidir. Dayanışmacı temeller üzerine inşa edilen bir toplumsal işleyişin sürdürülebilirliği kapitalizmin hakimiyeti karşısında kazanılmış bir mevzi olacaktır.
  40. Dönemsel olarak, TİP’in kazanımlar siyasetinin test alanlarından bir tanesi yerel seçimler olacaktır. TİP yerel seçimlere dört hedefle yaklaşır. Birincisi, sosyalist siyasetin ülke ölçeğinde yakaladığı desteği geliştirerek sürekli hale getirmek; ikincisi, sosyalist-halkın çıkarlarını savunan belediyecilik/muhtarlık örnekleri yaratmak; üçüncüsü, sol-sosyalist belediyelerin olmadığı yerlerde belediye meclislerinde halkın çıkarlarını savunacak yerel muhalefet odağı yaratmak; ve dördüncüsü partinin ve halkın yerel ölçeklerde örgütlenme kanallarını açmak. TİP’in yerel seçimlerde gerektiğinde kimi yerel ittifaklarla birlikte sağlayacağı başarı, sosyalist siyasetin yalnız bir muhalefet gücü değil aynı zamanda yönetme becerisi sergileyebilecek bir iktidar alternatifi de olabileceğini gösterecektir. Öte yandan, ister iktidarda ister muhalefette olsun tüm düzen partilerinin halka karşı işledikleri suçların kristalize bir örneği olarak yerel yönetimler için oluşturulacak halkçı programlar, gösterilecek adaylar ve örgütlenme pratikleri, TİP’in düzen partilerinin tamamının karşısındaki özgül konumlanışını ve ayrım çizgilerini kuvvetlendirecektir

TİP SİYASETİNİ MÜCADELEYLE, MÜCADELESİNİ KAZANIMLA BÜYÜTECEK

TİP yukarıdaki stratejik çerçevesiyle uyumlu şekilde emekten, bağımsızlıktan, demokrasiden, adaletten, özgürlüklerden, toplumsal cinsiyet eşitliğinden, eşit yurttaşlıktan, barıştan ve laiklikten yana mücadele hattını sürdürecektir. Genel politika ve söylemlerin yanı sıra TİP gelecek  dönemde öncelikli olarak;

  • Emekçilerin siyasete örgütlü katılımının önündeki temel engellerden biri olan sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi’ni düzenleyen yasaların değişmesi mücadelesine öncülük edecektir.
  • Türkiye ekonomisi için kritik sektörlerde olanak varsa mevcut sendikaların, yoksa yeni örgütlenme araçlarının devrimci ve siyasal bir tarzla tabanda örgütlenmesine emek harcayacaktır.
  • Barınma sorunu yaşayanlar, asgari ücretliler, işsizler, emekliler, güvencesizler, çalışmak zorunda kalan öğrenciler gibi kritik kesimlerin haklı taleplerinin kazanılması için verilecek mücadelelerde önderlik yapacaktır.
  • Kadınların ve LGBTİ+’ların şiddetten uzak yaşama ve istihdama katılım hakları önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılmasına odaklanacaktır.
  • Yerel düzeyde ekolojik yıkım ve afetler ile ilişkili sorunlar karşısında yaşam hakkı için harekete geçmiş tüm yurttaşlarımızın yoldaşı, bu mücadelelerin emek, gençlik ve kadın dinamiğiyle buluşmasının öncüsü olacaktır.
  • Yerel seçimlerde sosyalist belediyecilik ve yerel yönetim örnekleri yaratmak, belediye meclislerinde halkın taleplerini en gür şekilde dile getirmek için harekete geçecektir.

 

HEM GENİŞLEYEN HEM DERİNLEŞEN BİR PARTİ

  1. Partimiz, 2019 yılındaki Utkan Adıyaman Konferansı ve 2021 yılındaki Müdahale Kongresi ile kitlesel sosyalist partinin inşasına dönük hedefi çerçevelemiş, 2023 yılı ile birlikte on binlerce üye, yüz binlerce destekçi ve bir milyon seçmeni ile bu hedefine büyük ölçüde ulaşmıştır. Seçimlerden hemen önce ortaya koyduğumuz, sosyalizmi düzen karşısında Türkiye’nin ana muhalefet akımı haline getirme perspektifi, seçimlerin ardından kurumsal muhalefetin zayıfladığı, yurttaşlarla düzen siyaseti arasında siyasi ve duygusal bir kopuşun yaşandığı, dahası Saray Rejimi’nin yenilebileceğine dair bir inançsızlığın büyüdüğü bu ortamda ülkemiz için çok daha zorunlu bir ihtiyaçtır.
  2. Bu ihtiyacın karşılanabilmesinin zorunlu koşulu, partimizin örgütsel ve siyasal yapı ve pratiğinde niteliksel bir sıçrama yaşamasıdır. Eğer partimizin önümüzdeki dönemdeki hedefleri düzen siyasetinin tümüne karşı farklı toplumsal talepleri ortak bir sınıfsal ve halkçı program etrafında buluşturmak, sınıfın farklı yakalarını bir araya getirmek, kazanımlar siyaseti doğrultusunda Saray Rejimi’ne karşı mevziler elde etmek ve bunların tümü sayesinde Türkiye’deki yerleşik politik koordinatları değiştirecek bir politik kuvvet haline gelmekse örgütümüz geçmiş dönemdeki bazı eksikliklerini aşacak şekilde yeni bir örgütlenme tarzına kavuşmalıdır.
  3. Sosyalizmi geniş kesimlerle buluşturma stratejimiz ve kapsayacılığımız dolayısıyla, öncesinde sol-sosyalist mücadele içerisinde yer almamış, yaşamı boyunca herhangi bir örgütlü faaliyette bulunmamış kitleler saflarımıza katılmıştır. Bununla birlikte, partimizin oldukça kısa bir süre içinde yaşadığı bu kitleselleşme parti-üye ilişkisi, örgütsel işleyiş ve parti kültürü gibi çeşitli başlıklarda zorlayıcı durumlara neden olmuştur. Partinin siyasal doğrultusunun üyelere sistemli bir şekilde taşınamaması, parti üyelerinin siyasal hattın belirlenmesi süreçlerine katılım kanallarının yeterince işletilememesi ve böylelikle de parti içerisinde yeterli düzeyde bir ortak dilin geliştirilememesi, deprem ve seçimler gibi olağanüstü ya da ilk kez deneyimlenen süreçlerde kurullu ve kurallı çalışma anlayış ve pratiğinin zayıflaması, gelecek mücadele döneminde ele alınması gereken sorunlar olarak öne çıkmaktadır.
  4. Kapitalizmin ideal “insan”ına karşı TİP’in ve sosyalistlerin görevi eskisinden de büyük ve önemlidir. Bu doğrultuda TİP’in üye kazanma ve üyelerini kalıcılaştırma/kadrolaştırma süreci, parti içerisindeki birtakım sorumlulukların sahiplendirimesinin ötesine geçerek insanın kendi dönüşümünü merceğine titizlikle alan bütünlüklü bir dönüşüme evrilmelidir. Bu noktada potansiyel ve mevcut parti üyelerini dünyaya bakış açısını ve biçimini değiştirmeye çağıran, bunu yaparken siyaset yapma biçimi ve kuramsal zenginliğiyle yol gösterici olan, sosyal medyanın ve yeni iletişim imkanlarının yarattığı elverişli zemini hastalıklı fikirlerin değil evrensel-toplumsal ilerici değerlerin yayılması için bir fırsata dönüştüren, üyelerini ve hatta sempatizanlarını bulundukları her ortamda bir başka dünya hayalinin doğal propagandacıları olarak donatan bir partiye ihtiyaç vardır. TİP’in önümüzdeki dönemde “kadrolaşma” ve kalıcılaşma çalışmaları bu eksende ele alınacak; kimi yanlış örneklerde görüldüğü üzere yalnızca partinin gündelik işlerini halletmek için değil, sahip olduğu benliği ve içinde yaşadığı toplumu örgütlü bir biçimde dönüştürecek insan kaynağına kavuşmak için TİP kadrolaşacaktır. 

  5. Bu doğrultuda önümüzdeki dönemde partideki kurul ve kurumlar ile buradaki görevlerin net ve ayrıntılı biçimde tanımlanması; etkili denetim mekanizmalarının kurulması ve kurumsallaştırılması; çalışma esaslarının yönergelerle belirlenip ayrıntılandırılması; iş ve süreçlerin takibi ile geri bildirimlerin sistematik biçimde yapılması; tüm örgütsel işleyişin öngörülebilirlik doğrultusunda çerçevelendirilmesi; parti içi ilişkilerin geleneksel şablonlarla ya da kişisel yaklaşımlara göre değil, partimizin siyasal stratejisinin gerektirdiği herkesçe bilinen protokollere göre gerçekleştirilmesi; bu doğrultuda parti eğitimlerinin düzenlenmesi; parti merkezi kurullarının siyaset üretme ve örgütsel hareket etme kabiliyetlerinin yetkinleştirilmesi ve genişletilmesi; parti alanı içerisinde üyelerin daha fazla görev ve sorumluluk almasının teşvik edilmesi; parti yöneticilerinin kendi kurullarının görev ve sorumluluk alanlarındaki faaliyetler doğrultusunda işleri başka birim ve kurullara havale etmeksizin birer politik özne olarak inisiyatif alması; üyelerin zorunlu durumlar haricinden ikiden fazla kurulda görev almaması; eski-yeni tüm üyelerin faaliyetlere katkısının alınarak parti aidiyetinin güçlendirilmesi; aidat rutininin düzene sokulması ve mali disiplin partimizin örgütsel ve siyasal tahkimatı açısından önem arz etmektedir. Böylesi bir kurul çalışması kadrolaşmanın, yani politik-örgütsel olgunlaşmanın en önemli aracıdır; dolayısıyla tüm kurullarımızın hedefler doğrultusunda düzenli kararlar ve faaliyetler üretmesi ve bunlara ilişkin çıktıları bildirmesi hem kadrolaşma hem parti disiplininin güçlenmesi hem de dışarıdaki atıl enerji ve birikiminin kullanılması açısından hayati önem taşımaktadır.
  6. Kurumsallaşma hedefi, mevcut örgütsel yapıların oluşturulmasında ve idaresinde eşgüdümlü çalışmanın geliştirilmesi yanında partimizin yeni dönemdeki siyasal hedef ve stratejileri doğrultusunda yeni kurumlar inşa etmesi anlamına da gelmektedir. Ortak bir siyasal dilde netleşme ihtiyacı doğrultusunda oluşturulması gereken bu yeni kurumların başında partimizin eğitim faaliyetlerini örgütleyip yürüten bir eğitim enstitüsü gelmektedir. Böyle bir enstitü, parti içi eğitim ihtiyaçlarını tespit eden, tüm eğitim faaliyetlerini merkezi düzeyde örgütleyen, eğitimlere ilişkin geri bildirimleri toplayıp değerlendiren ve böylelikle eğitim sürecinin dikey ve tek yönlü yapısını değiştiren, eğitim videoları, broşürler, kitapçıklar hazırlayan, Bilim Kurulu üyeleri başta olmak üzere eğitim süreçlerine katılabilecek parti üyelerini bu faaliyetler için harekete geçiren bir yan kurumdur. Çerçevesi parti programı ve tüzüğü tarafından belirlenmiş bir siyasal-örgütsel eğitim seferberliğini örgütlemekle görevli Enstitü’nün Yürütme Kurulu, Parti Meclisi tarafından belirlenip denetlenir ve Örgüt Bürosu ile eşgüdüm halinde çalışır. Enstitü, bir yüksekokul gibi kurumsal olarak örgütlenir. Enstitü, yalnızca netleşme ihtiyacını giderecek olan parti içi eğitim seferberliğiyle değil, aynı zamanda sosyal medya kanalları aracılığıyla kamuoyuna dönük eğitim, panel, konferans ve benzeri faaliyetler düzenlemekle de görevlidir.
  7. Üyelerin birbirleriyle ve parti kurumsallığının üyelerle aralarındaki ilişkiyi süreklileştirmek ve kuvvetlendirmek için iletişim teknolojilerinin sunduğu geleneksel ve yeni araçlardan faydalanılmalıdır. Bu teknolojilerin başında, oluşturulacak “Üye Portalı” gelmektedir. Üye portalı, parti üyelerinin tüm örgütsel ve siyasal kararlara erişebileceği, kendi birimleri içerisindeki tartışmalara katkı verebileceği, talepler/raporlar iletebileceği, yatay-dikey birimler arası iletişimin kolay ve sürekli takip edilebilir hale geleceği, parti politikaları doğrultusunda üyelerden katkı ve görüş alınacağı, her üyenin kendisine tanımlanacak bir kullanıcı kimliği ve şifre ile erişeceği bir internet sitesidir. Bu site ayrıca parti içi eğitim amacıyla üretilen video, kitapçık, broşür ve türevi materyallere üyelerin kolaylıkla erişebilmesini sağlayacaktır. Parti üyeleri kurulların ve parti kurumsallığının siyasal gündemini sürekli olarak takip edebilecek, bu gündeme yazılı olarak katkı, görüş, eleştiri gibi müdahalelerde bulunabilecektir.
  8. Partimiz, kendisini tanımlamayı tercih ettiği biçimiyle “Gezi’nin partisi” olarak, Gezi’nin yaratıcı, bozucu propagandif aklını tüm sınırlı kaynaklarına karşın başarıyla tatbik etmiş, başta Propaganda Bürosu’nun ürettiği içerikler olmak üzere parti çalışmaları hem halka seslenebilmekte başarılı olmuş hem de yeni seslenme biçimleri yaratmıştır. Seçimden önce partimizin on milyonlarca yurttaşımız tarafından paylaşılan propagandif mesaj ve görselleri, seçim sürecinde “TİP Senin Kampanya Senin” kampanyasıyla doğrudan yurttaşların kampanyanın öznesi haline geldiği bir merhaleye ulaşmış, kendi kendini örgütleyen bir fikir ve propaganda halini almıştır. Öte yandan partimiz sokaklardan parlamentoya, televizyon programlarından dijital mecralara değin tüm alanlarda milyonlarca yurttaşa sosyalistlerin söz ve iddialarını duyurmuş, bu çalışmalar partimizin kitleselleşme sürecine büyük katkı koymuştur. Özellikle sosyal medyanın propaganda faaliyetlerimiz açısından kullanılma biçimi, kendine has bir dil ve örnek bir başarı yaratmıştır. Ancak seçim süreci göstermiştir ki kurumsal sosyalist ana muhalefet partisi perspektif ve iddiasına sahip partimiz, kendisine yeni alanlar ve araçlar yaratmak durumundadır. TİP milletvekillerine ve genel merkez yöneticilerine seçim süreciyle başlayan medya ambargosu, yazılı ve görsel medyada partimiz hakkında üretilen sistematik yalan, manipülasyon ve provokasyonlar, tüm bunların yanında ve ötesinde, otoriterleşme şiddetini artıran Saray Rejimi’nin yurttaşlar ile ilişkilenilecek kamusal alanları daraltması/kapatması, partimizin yeni araçlar ve alanlar yaratmaya dair duyduğu ihtiyacın gerekçeleridir. Bu yeni araç ve alanların başında, seçim sürecinde medya ambargosunun da gösterdiği üzere, partinin sesini, sosyalistlerin sözünü milyonlarca yurttaşa ulaştırabileceği bir dijital medya yayıncılığı platformu gelmektedir. Bu dijital medya yayıncılığı aynı zamanda yurttaşlar arasında yeni bir siyasal dil, kültür ve bilincin yaratılmasına da katkı sağlayacaktır.
  9. Özellikle son yıllarda sosyal medyada ırkçı, cinsiyetçi, piyasacı ve sağlamcı bir kültürün planlı biçimde üretildiğini ve üretimin özellikle genç kuşaklara tesir ettiğini gözlemliyoruz. Saray Rejimi’nin manipülasyonlarına da son derece açık bu alanın, sosyalistler tarafından bir mevzi olarak görülmesi, genç kuşaklar arasında yayıldığı iddia edilen ancak esas olarak yayılması için sistematik ve büyük bir uğraş verilen bu fikir ve pratiklere karşı bir mücadele alanı görülmesi önemlidir. Kitlesel sosyalist partinin, toplumun bütününde ancak özellikle de genç kuşaklar arasında ırkçı, cinsiyetçi, piyasacı ve sağlamcı pratiklere yönelik bir karşı bilinç örgütlemesi, açık manipülasyonları boşa düşürmesi, sosyalist fikirleri bu alanda yaygınlaştırması gerekmektedir. Sosyalist siyaset, yalnızca burjuva kamusal alanın kendisine sundukları ile yetinmemeli, bu otoriterleşme koşulları altında hâlihazırda büsbütün daralmış burjuva kamusallığın sınırlarını aşacak bir yatay-dayanışmacı kamusallık tahayyül etmeli, halkla bir araya gelmenin, ilişkilenmenin, halkı özne olarak mücadeleye çağırmanın yollarını keşfetmelidir.
  10. Geride bıraktığımız yasama döneminde partimiz yürüttüğü mücadele ile “TİP gibi muhalefet etme” tarzını yaratmıştır. Meclis kürsüsünün partimiz tarafından doğrudan siyasal/toplumsal mücadelelerin kürsüsü olarak kullanılması, Saray Rejimi’nin suçlarının bu kürsüde ve yasama alanı içerisinde radikal gerçekliğiyle ifşası, grubu olmayan partili milletvekillerine söz hakkı dahi tanımayan meclis içtüzüğünün doğrudan içtüzük içi manevralarla devre dışı kılınması bu muhalefet biçiminin yasama alanı içindeki belli başlı pratiklerdir. Bir araç olarak parlamentoyu etkin biçimde kullanmak, partimizin ve sosyalizmin geniş kitlelerce yeniden buluşması için bir zemin işlevi görmüştür. Öte yandan, bu pratiğin Türkiye sosyalist hareketi içerisinde parlamentonun işlevi ve sosyalistlerin tutumuna ilişkin tartışmalara dair yeni bir pencere açtığını, çeşitli yönlerden ilham verici olduğunu görmekteyiz. Bu noktada, önümüzdeki görev partimizin parlamento pratiğini büyütmek, zenginleştirmek, “TİP gibi muhalefet etme” tarzında niteliksel bir sıçrama yaratmaktır.
  11. Geçtiğimiz yasama döneminde “sokak ile meclis” arasındaki açıyı kapatmayı, siyasal/toplumsal mücadelelerin sözünü ülkenin bütününe yaymayı amaçlayan pratiğimizi geliştirmeli, bu doğrultuda, düzen siyasetinin yurttaşlardan değil sermayeden yana taraf aldığı ve “oy kullandığı” her önemli somut durum için doğrudan yurttaş iradesini referandum gibi çeşitli yöntemlerle ölçen, ölçtüğü iradeyi örgütleyen, örgütlülüğü kurumsallaştıran ve ona düzen siyasetini bozucu bir hüviyet kazandıran bütüncül bir anlayışı hayata geçirmeliyiz. 
  12. Partimizin genel siyasal stratejisi doğrultusunda çalışma ilişkileri ve işçi sınıfı merkezli odağımızı parlamentoda da korumamız ancak yalnızca buraya sıkışmadan, siyaset üretimimizi başka alanlarla da (toplumsal cinsiyet, gençlik, sağlık, barınma, göç, güvenlik, teknoloji vb.) çeşitlendirmemiz gerekmektedir. Geride bıraktığımız yasama döneminde genel kurul ve komisyon konuşmaları, soru önergeleri, kanun teklifleri ve haftalık basın toplantıları ile sınırlı kalmış yasama pratiklerimizi zenginleştirmeliyiz. Bu doğrultuda çeşitli başlıklarda TİP Bilim Kurulu üyelerinin desteğiyle Yasama Bürosu tarafından hazırlanacak dönemsel raporlar, iktidarın getirmekte olduğu kanun tekliflerine karşı bu tekliften etkilenecek olan ya da ilgili alanda çalışan kişi ve kurumlarla yapılacak çalışmalarla bu tekliflere dönük muhalefetin önceden ve birlikte oluşturulması, milletvekillerinin yasama faaliyetlerinin kendisinin, bir başka ifadeyle, milletvekillerinin yasama karnesinin halka ulaştırılmasında kolay, erişilebilir bir raporlamanın hayata geçirilmesi önem arz etmektedir.
  13. Geride bıraktığımız dönemde partimizin kadın, gençlik, ekoloji mücadelesi başta olmak üzere siyasal/toplumsal alandaki mücadelelerden elde ettiği mevzi ve birikimler son derece önemlidir. Bu alanlardaki mücadeleleri emek merkezli bir yoğunlaşmayla sürdürmek, birbirinden ayrı duran/ayırılmak istenen toplumsal mücadeleleri bu eksende bütünleştirmek ve siyasal faaliyetleri bu bütünsellik ve yoğunlaşmayla örgütlemek önümüzdeki mücadele döneminin başlıca görevleridir.
  14. Beklenen Marmara depremi de partimizin örgütlenmeye dair başlıca gündemlerinden biri olmalıdır. 6 Şubat depreminin meydana getirdiği kaosa daha yeni tanık olmuş ve tüm gücünü buraya yönlendirirken çok geniş bir yurttaş kesimini de seferber etmeyi başarmış bir parti olarak Marmara merkezli bir depremin yaratacağı yıkımın da gerektirdiği hazırlığın da farkındayız. Devletin de yerel yönetimlerin gerekli tedbirleri alması için geniş bir halk basıncının oluşturulması için müdahil olma gereğinin yanı sıra 6 Şubat’tan çıkardığımız derslerle arama-kurtama alanında da üyelerimizin ve dostlarımızın donanımlı olmasını önemsiyoruz. Çok geniş bir bölgeyi etkileyecek olan Marmara depreminin ardından Türkiye İşçi Partisi tüm gücüyle müdahale etmeye hazırlıklı olmalıdır. bu Bu yönde başlattığımız ve başka kurumlarla işbirliği içinde yürüttüğümüz çalışmaların önümüzdeki süreçte daha da hızlanıp kapsamının genişlemesini amaçlıyoruz.
  15. Partimizin sosyalizmi toplumsallaştırma ve bir iktidar seçeneği haline getirme hedefi, yalnızca örgütsel işleyiş ve siyasette niteliksel bir sıçramayla elde edilemez. Bu hedef, aynı zamanda Türkiye’de bir bütün olarak emek hareketinin ve demokratik kitle örgütlerinin, emekçilerin sermaye ve Saray Rejimi karşısındaki örgütsel ve siyasal kapasitesini güçlendirecek doğrultuda dönüşümünü gerektirmektedir. Bu perspektif, demokratik kitle örgütleri ve sendikaları da partimiz için gelecek mücadele dönemi içerisinde örgütlenme ve müdahale alanları haline getirmektedir.