TİP'in Portreleri

Saadet Civelek Diriarın
TİP Sakarya Milletvekili Adayı
Avukat

Saadet aslen Trabzonlu.
Annesi ve babası evlendikten sonra Sakarya’ya göçmüşler.
Dört çocuklu bir ailenin en küçüğü.
Ailesinde üniversite eğitimi almış tek çocuğun kendisi olduğunu söylüyor.
Her sözünde, her davranışında o kadar kararlı görünüyor ki, okumak istediğinde kimse onun önünde duramamış sanırım.
“Yalnız Trabzonluluk hiç geçmiyor,” diyor.
El yazısıyla bir şeyler yazmak istediğinde hâlâ “gittum, geldum” yazıyormuş.
“O kadar okul, o kadar kitap boşa gitti!” diyor gülerek. 

Hiç yorulmadan konuşuyor. Halbuki saat gece yarısına yaklaştı. Saadet seçim çalışmalarıyla meşgul olduğu için, ancak bu saatte buluşabildik. Nefes nefese geldi, geciktiği için özür diledi. Kampanya nasıl gidiyor, diye sordum. Halk buluşmaları yapıyorlar, bildiriler dağıtıyorlar, ilçe toplantıları düzenliyorlarmış. O gün de Karasu İlçe Örgütü’nde bir toplantı varmış, çok güzel geçmiş. Sakarya’yı çok sevdiğini, orada büyüdüğü için gönül bağı olduğunu söylüyor. Sakaryaspor’u tutuyor musun diye soruyorum? Seviniyor bu soru için: Maçları hiç kaçırmıyormuş. “Bandırmaspor maçında yenildik bugün maalesef”, diyor. Tribün ruhunun hoşuna gittiğini söylüyor sonra. Ayrıca bir arada durabilen Sakaryalıları görmek de güzel. “Bu şehrin insan çeşitliliği bana hep iyi gelmiştir,” diyor, “Boşnaklar, Çerkezler, Abhazlar, Arnavutlar, Hemşinliler, burada çok kültürlü bir hayat var. Farklı yerlerden gelen insanların birlikte yaşayabildiğinin en güzel kanıtı.” Halbuki ara ara ırkçılıkla gündeme geldi Sakarya, tam bunu söylemek için ağzımı açıyorum ki, ben daha soramadan o yanıtlıyor: “Dışarıdan tırmandırılan düşmanlık gündelik hayatı belirlemiyor.” Ama muhafazakâr bir seçmen kitlesi olduğu inkâr edilemez. Böyle bir yerden, Türkiye İşçi Partisi adayı olmak zor değil mi, diye soruyorum. Hem de bir kadın aday. “Zorluklar beni yıldırmaz,” diyor büyük bir özgüvenle. “Ben bu şehrin insanlarını tanıyorum. Onlar da beni tanıyor, onları temsil edebileceğimi biliyorlar.”

Sonra biraz çocukluğunu anlatıyor. Asıl zor olanın daha on iki yaşındayken harçlığını çıkarmak için fındık ameleliği yapmak, üniversitede geçinebilmek için üç ayrı işte çalışmak zorunda kalmak olduğunu söylüyor. Ben de üniversiteyi çalışarak okudum. Bunun üzerine öğrenciyken girdiğimiz acayip işlerden söz ediyoruz bir süre. Saadet, Ankara Hukuk’tan mezun olmuş. Fakültenin gazetesini çıkarırlarken, bir arkadaşının yazdığı “Yapmadığım iş kalmadı şu şehr-i Ankara’da” başlıklı yazıyı hatırlayıp gülüyor. Envanter saymaktan marketlerde ürün tanıtmaya, hukuk bürosunda asistan olarak çalışmaktan eğitim kurslarının bildirilerini dağıtmaya kadar bir sürü iş yapmış öğrenciyken. Ama bunlar arasında en canlı şekilde hatırladığı matbaada çalıştığı günler. Harmanlamanın ne olduğunu bilip bilmediğimi soruyor. Bilmez miyim! Benim de kapı gibi fotokopicilik kariyerim var. Matbaada birkaç arkadaşıyla birlikte ajandaların, takvimlerin sayfalarını birleştiriyorlarmış. “Fakat sonra matbaa zenginleşti,” diyor, “bir harman makinesi aldılar ve bizi işten çıkardılar. Böylece biz de makineleşmeden nasibimizi almış olduk.”

Hukuk okumayı hep istemiş miydi peki? Hayır, ama sonradan çok sevmiş. “Mesleğimi gerçekten çok severek yapıyorum,” diyor üzerine basa basa. Bu konunun onu heyecanlandırdığını anlamak zor değil. İnsanların hayatında olumlu bir etki bırakabilmenin, bir değişiklik yaratabilmenin onun için ne kadar önemli olduğunu fark ediyorum. Dünya görüşünün onu adaletsizliklerle mücadelede daha dirayetli kıldığını anlatıyor sonra. İnatçı olduğunu söylüyor. Söylemesine gerek yok aslında. Görünüyor bu. “Müvekkillerimin çoğu işçidir, onları yarı yolda bırakmayacağımı bilirler. Siyasi görüşlerimiz benzer olmayabilir, ama bana güvenirler. Patronlara teslim olmayacağımdan emindirler çünkü,” diyor. Saadet, aslında İnsan Hakları Hukuku alanında uzmanlaşmış bir avukat. Sakarya Barosu İnsan Hakları Merkezi’nin başkanlığını yapmış, şu anda İnsan Hakları Kurulu’nda görev yapıyor. “Yıllardır hak mücadelesi veriyoruz. Doğru tarafta olmanın iç huzuru var bende. O mücadelenin içinde var olmak, küçük de olsa bir katkıda bulunmak bana mutluluk veriyor.” Türkiye İşçi Partisi’ne de bu nedenle üye olmuş. “Yirmi yıldır sosyalist mücadele içindeyim,” diye anlatıyor. İnsan haklarının yanı sıra, sendikal mücadele, kentsel dönüşüm, barınma sorunları gibi birçok meseleyle yakından ilgilenmiş, bu konudaki direniş hareketlerine aktif olarak katılmış. “Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken, herkes gibi ben de bir eşikte olduğumuzu hissediyorum,” diyor. Bu mücadeleyi daha geniş bir alana, hepimizin üzerinde ortaklaşabileceğimiz bir zemine taşımanın gerekliliğinden söz ediyor. TİP tam olarak bunu yapıyor ona göre. Milletvekili seçilirsen ne yapacaksın diye soruyorum bunun üzerine. Bu hak arayışını Meclis’e taşıyacağını söylüyor. Ardından hemen ekliyor: “İnadımı da Meclis’e götüreceğim.”

 

Şunu çok iyi yaptım dediği bir şey var mı? Biraz düşündükten sonra, yüzü aydınlanıyor: “Kızımı çok güzel yaptım ya!” Saadet’in kızı henüz altı yaşında. O daha bebekken, Saadet mahkeme koridorlarında KHK davalarının peşinde koşuyormuş. “Çok kızdılar o zaman bana,” diyor, “küçücük bebek bırakılır mı diye.” Burada duygusallaşıyor biraz. Kızının kendisiyle gurur duymasını istediğini söylüyor. “Kızım büyüdüğünde ve bugünlere dönüp baktığında, annem doğru olanı yapmış desin istiyorum. Bu kadar adaletsizlik yaşanırken, sen ne yaptın anne diye sorarsa, haksızlıklara son vermek için uğraştım diyebilmek istiyorum.”  Bunu anlatırken, düşünceleri kızından annesine doğru akıyor. Bu ailenin kadınları arasında hiç kopmadan uzayıp giden bir hat olduğunu böylece anlıyorum. “Beni feminist yapan annemdir,” diyor. “Karadenizli kadınlara dair birtakım ön kabuller vardır hani: Çalışkan, direngen, güçlü kadınlar olurlar. Annem öyle bir kadındır.” Bu özelliklerin hepsini kendisi de taşıyor. Konuşmanın büyük bir kısmını onun sürükleyip götürdüğünü fark ediyorum. “Ben mücadeleyi annemden gördüm,” diye devam ediyor, “Annemin hayatı etrafını kuşatan erkek akla karşı bir varoluş mücadelesiydi. Belki evde bizimle birlikte çok zaman geçiremedi. Ama hepimiz bugün olduğumuz her ne isek, hepsini ona borçluyuz.”

Neden evde çocuklarla zaman geçiremedi? Bunu merak ediyorum. “Annem çok çalışırdı. Hep çalışırdı. Bahçede, tarlada, hep bir yerlerde olurdu. Benimle genellikle ablam ilgilenirdi. O da çocuk sayılırdı hâlâ. Ben ilkokulu köyde okudum. Hiç unutmuyorum, ilk kez taşımalı sisteme geçildiğinde şehir merkezinde bir okula götürüldük. Gittiğimiz okulda, teneffüste beslenme çantaları açıldı. Yanımdaki kızın çantasından mis gibi bir kek çıktı. Anneye bak, dedim, kendi kendime, kek yapmış! Bizde öyle şeyler yoktu tabii.” Saadet’in evde kek yemesine daha zaman var. Biraz büyüyünce, ablası yapıp yedirecek. Bütün bunları yoksunluk çekmiş olmanın üzüntüsüyle anlatmıyor. Aksine, sesinde anlayış ve şefkat duyuyorum. Annesiyle iki kadının birbirine duyacağı türden bir dayanışma içinde. Kendisine kol kanat gerdiği için ablasına minnettar. Üniversite için Ankara’ya gitmek istediğinde, onu en çok ablası desteklemiş. “Biz okuyamadık, o okuyacak,” demiş. Saadet bunları hiç unutmuyor. Hayatı mükemmel olmamış belki, ama olduğu haliyle iyi. Bana bunu hissettiriyor.

Geceleri kızına kitap okuduğunu anlatıyor sonra. İkisinin de hoşuna giden bir şeymiş bu. Küçük Prens, Saadet’in başucu kitabı. Bir de Charlie Mackesy’nin Çocuk, Köstebek, Tilki ve At adlı kitabını seviyor. “Arada açıp birkaç sayfa kendim için de okuyorum,” diyor. En çok hangi bölümü seviyorsun diye soruyorum. Köstebeğin çocuğa “Yaptığın en iyi keşif neydi?” diye sorduğu bölümden bahsediyor. Çocuğun cevabını hatırlayamıyorum bir türlü. Ama o hemen söylüyor: “Bu halimle yeterli olduğum, dedi çocuk.”

Yazar: Meltem Gürle
Çizer: Zeynep Özatalay