Ancak bu mutlu çocukluk talihsiz bir olayla kesintiye uğramış. Okan henüz yedi yaşındayken babasına MS (multiple sclerosis) teşhisi konmuş. Arka arkaya gelen felçlerle birlikte, baba çalışamaz hale gelince, aile Antalya’ya dönmek zorunda kalmış. “Çok zor bir dönemdi,” diyor. Yutkunmakta zorlandığını fark ediyorum. Konuşmanın başından beri ilk kez gözlerini ekrandan ayırıyor. “O zamandan beri yürüyemiyor,” diyor sonra, “Gündelik ihtiyaçlarını karşılamak, hayatını idame ettirmek için yardıma ihtiyacı var.” Bu yardımı ailecek sağlıyorlarmış. Okan kendini bildi bileli çalışıyor. Tezgahtarlık, depoculuk ve daha bir sürü iş yapmış. En son bir çağrı merkezinde çalışıyormuş. Şimdi işsiz. Seçimden sonra yine iş arayacak. Bir de erkek kardeşi var. Maalesef o da MS hastası. “Ama onunkini erken yakaladığımız için, kendimizi şanslı sayıyoruz,” diye ekliyor.
Türkiye’de hasta hakları ile ilgili ciddi sıkıntılar yaşandığını konuşuyoruz. SMA hastası çocukların durumunu örnek veriyor. Bu çocukların tedavilerinin devlet tarafından karşılanmıyor olmasının adalet duygusunu incittiğini anlatıyor. Ona göre, sosyal devlet olmanın yükümlülükleri yerine getirilmeli ve tüm SMA hastalarına sahip çıkılmalı. “MS hastaları için de benzer bir durum söz konusu,” diyor. Birbirini takip eden ataklarla ilerleyen bu hastalığı yavaşlatmak ve hatta durdurmak konusunda çok etkili olduğu kanıtlanmış bir ilaçtan bahsediyor. Son fiyat artışlarından sonra devlet bu ilacın masrafını karşılamama kararı almış. Yüzünden bir endişe gölgesi geçiyor, “Kardeşim bu ilacı kullanıyordu,” diyor. “Çok faydasını görmüştü. Onun yerine verdikleri ilacın aynı derecede etkili olduğundan emin değilim.”
Bu zor konulara girdiğimiz için üzgünüm. Ama Okan beni temin ediyor, bunlar konuşulabilir. Hiçbir duyguyu saklamayan açık bir yüzü, insana dostlukla bakan gözleri var. Konuşmanın başında, soracağım her şeye samimiyetle yanıt vermeye hazır olduğunu söyledi. Bunu söylemesine gerek yoktu. İçtenliği her halinden belli oluyor. İnsanlarla ilişki kurmakta zorlanan birine benzemediğini söylüyorum. “Ben herkesle konuşabilirim,” diyor gülerek, “Sahada işe yarayan bir özellik.”
Türkiye İşçi Partisi ile nasıl tanıştığını soruyorum. Okan sağ görüşlü bir aileden geliyor. Gezi’ye kadar hiçbir sol faaliyet, kendi deyimiyle “kolektif bir çaba” içinde bulunmamış. Gezi’den sonra da örgütlenmeyi pek düşünmemiş. “Üniversite 3. Sınıftayken zor bir dönem geçirdim,” diye anlatıyor, “Kendimle bir hesaplaşma yaşadım ve onun ertesinde şu anda birlikte olduğum arkadaşlara katılmaya karar verdim. Şimdi düşününce, örgütlenmek için neden o zamana kadar bekledim diye soruyorum. Herhalde birtakım önyargıların kalıntısı vardı üzerimde. Türkiye’de sol hareketlere yıllarca şüpheyle bakıldı. Fakat işin içine girince doğru yerde olduğumu anladım.” Bir de başına bir şey gelir diye korkmuş. Bunu da yine aynı içtenlikle söylüyor: “Ben ailede sorumlulukları olan biriyim. Bana bir şey olursa, babama kim bakar diye endişe ettim.” Babasıyla partiye dair konuşup konuşmadığını merak ediyorum. “Babam eski ülkücü,” diyor, “Ama beni izlerken o da dönüştü, şimdi TİP’i destekliyor.” Merakım iyice artıyor. Nasıl oldu bu iş? “Hangi sınıfa ait olduğumuzu anlattım,” diyor gülerek, “O kısmı pek zor olmadı.” Asıl zor olan ırkçılık ile ilgili sorunları konuşmakmış. “Hakkari’nin bir köyünde doğmuş olabilirdin, dedim ona. Kimliğimizi seçemiyoruz ki! Bir düşün dedim, birileri gelip Kürtçe konuşmayacaksın deseydi sana, ne hissederdin? Anadilini bırakıp gider miydin?” Babası bunu düşünmüş. “Çok uzun düşündü,” diyor Okan, “Sonunda dönüp haklısın dedi bana.” Babasıyla anlaşmış olmanın sevinci yayılıyor yüzüne. “Bazen bu kadar basit aslında. Sadece babamda değil, başkalarında da fark ediyorum. İnsanları hemen dışlamamak lazım. Hepsi değil belki, ama çoğu değişebilir. Onlara değişmeleri için fırsat tanımak lazım.”
Okan 2017’de TİP’e katıldığında, Antalya’da topu topu 30 kişilermiş. Şimdi ise gönüllülerle birlikte bu sayı 5000’i bulmuş. Türkiye İşçi Partisi’ni, toplumun ayrımcılığa uğrayan, haksızlığa maruz kalan bütün kesimleriyle dayanışabildiği için seçtiğini söylüyor. “Kadınlara yönelik şiddet söz konusu olduğunda, LGBTİ+ ile ilgili bir ayrımcılık yaşandığında, doğal kaynaklara ve ekosistemlere zarar veren bir durumla karşılaştığımızda hep birlikte davranıyoruz”. Bütün bu haksızlıklara aynı kararlılıkla karşı durduğu için partiyle bağının kuvvetlendiğini anlatıyor. “Kararları birlikte alıyor olmak da çok önemli,” diye devam ediyor, “Konunun gerçek öznelerine sormadan, onların taleplerini dikkate almadan ilerlerseniz hata yaparsınız. Kimin canı yanıyorsa, onun kendisini en iyi şekilde savunabilmesi için alan açmak gerekiyor. Benim partim bunu yapıyor. Deprem ertesinde yürütülen çalışmalar bunun en yakın örneğidir: TİP deprem bölgesinde çalışırken, bu felaketten etkilenenlerin ihtiyaçlarını dikkate aldı, onların seslerini duyurmayı önemsedi.”
Koşullar ideal olsa ne yapmak isterdin diye soruyorum. Akseki’nin kardelen çiçeğinin anavatanı olduğunu biliyor muydum? Hayır, bilmiyordum. “Kardelen çiçeği üzerine çalışmak isterim,” diyor. Her şeyi planlamış. Bu işten anlayan arkadaşları da varmış. “Biraz tarım, bir iki hayvan. Böyle bir hayat beni mutlu ederdi,” diyor. Antalya’da tarım bölgelerinin, doğal alanların yağmalandığını anlatıyor sonra. “En son örnek Phaselis Antik Kenti’nde başlayan yapılaşma ama aslında bunu her yerde yapıyorlar,” diyor. Akseki’de de benzer şeyler oluyormuş. Fakat köylüler artık her yerde bu konuda uyanmışlar. “HES’lere karşı mücadele ederken bize bozguncu gözüyle bakanlar, şimdi dereler kurumaya, toprak verimsizleşmeye başlayınca başlarına geleni anladılar, gelip bizimle konuşmaya başladılar,” diyor.
Seçim dönemi bitince ne yapmak istiyorsun diyorum. Konyaaltı’na gidip bir şemsiye açacak, yanına kitabını alıp bütün bir günü sahilde geçirecekmiş. Sonra yine aynı kuvvetle çalışmaya devam. Ah, bir de film izlemek istiyor! Okan bir sinema meraklısı. Filmlerin çoğunu MUBI’den izliyormuş. Sinemaya gitmek çok pahalı. “105 liraya sinema bileti olur mu?” Sevdiği yönetmenler arasında Nuri Bilge Ceylan, Abbas Kiarostami ve Thodōros Angelopoulos var. Neden bunlar? Çünkü toplumsal sorunları bireysel hikâyeler üzerinden anlatmayı başarıyorlar. En son hangi filmi izledin diyorum. Gözleri parlıyor. Kurak Günler’i seyretmiş. Filmde gerilimin yavaş yavaş yükseliyor olmasından çok etkilenmiş. “O nasıl finaldi öyle! Hiç beklemiyordum,” diyor. Ben de beklemiyordum. Gerçekten müthiş bir finaldi. Son sahneyi nasıl değerlendirdiğini soruyorum. Yağmacılar ile onlara direnenler arasındaki büyük boşluğu görmüş. O boşluğun filmdeki obruktan çok daha derin olduğunu söylüyor. Yönetmen Emin Alper’i çok takdir etmiş. “Başladığı gibi kapattı filmi, bir av sahnesiyle yani. Bir döngünün sona ermesi gibiydi. Ama filmin sonunda bir umut ışığı vardı, en çok da bu hoşuma gitti,” diyor.
Yazar: Meltem Gürle
Çizer: Zeynep Özatalay