Hegel ile Marx arasındaki ilişki uzun yılların tartışma konusu. Kimi yorumlara göre Marx, Hegel’in sadık bir tilmizi sayılır, onun diyalektiğini alıp kendi sistemine yerleştirdiği söylenir. Kimi başka yorumlara göre ise, Marx’ın Hegel’den aldıklarının fazla abartılacak yanı yoktur, Marx’ın diyalektiği büyük ölçüde kendine özgüdür.
Bu yorumlara paralel olarak, marksistler arasında da Hegel’e yaklaşım farklılaşmıştır haliyle. Kimileri Hegel’e ölü köpek muamelesi yapılmasına içerlerken, kimileri de Hegel’i Marx’ın düşüncesinden tümüyle silmenin daha hayırlı olduğunu düşünür.
Marx’ın kendisi ise, çok bilinen ifadesiyle, Hegel’in diyalektiğinin devrimci özünü aldığını ve tepe taklak ettiğini söyler.
***
Yukarıdaki tartışma ayrı konu, ama en azından Marx’ın, Hegel’in diyalektiğine devrimci bir öz atfettiğini ve kendisinin de Hegel’den bunu aldığını söylemek mümkün. Acaba, bu ‘devrimci öz’ nedir, nerededir?
Tinin Fenomenoloji’sinde şöyle diyor Hegel: “Her şey gerçekliğin sadece töz olarak değil, aynı zamanda özne olarak da kavranmasına ve ifade edilmesine bağlıdır.”
Kısa bir cümle halinde sergilenen bu yaklaşım, eğer Hegel’de Marx tarafından da tasdik edilen, korunması ve içerilmesi gereken bir devrimci öz varsa, onun özetidir aslında. Gerçekliğin, sadece töz olarak değil, özne olarak da kavranması Marx’ın özne ve onun rolü konusundaki yaklaşımının temeline oturur çünkü. Marksist çözümlemenin ve siyasetin, konu ne olursa olsun, dönüp dolaşıp özne sorununa varmasının nedeni de budur: Eğer bir öznenin de kavranmasına ve ifade edilmesine dayanmıyorsa, çözümlemenin “devrimci” tarafı yoktur.
Yukarıdaki vurguyu somutlaştırmaya çalışırsak, Marx için toplumsal gerçekliğin çözümlenmesi sadece onun tüm boyutlarıyla betimlenmesine indirgenmez; aynı zamanda, çözümlediği gerçekliğin içinde barınan özneleşme imkanlarının ve görevlerinin de tanımlanmasını içerir. Marx için gerçeklik, kendisine dışarıdan dayatılan bir özneyi bekleyen töz değil, o öznenin bizzat içinden çıktığı bir düzlemdir. Bu nedenle, gerçekliği bir özne olarak da kavramayan ve ifade etmeyen yaklaşım, sadece çözümlemeye dair eksiklik bırakmış olmaz; daha baştan yanlış bir çözümlemedir zaten.
***
Türkiye’de marksistler arasında özne kavramına yaklaşımın genel tarzı, Marx’ın kavradığı şeye değil, hatta Hegel’e bile değil, olsa olsa Kant’ın kendinde-şey (Ding an Sich) yaklaşımına benziyor. Kendinde-şey hiçbir ilişki içerisinde tanımlanmayan/tanımlanmamış; deneyimde ve gözlemde karşılaşılmayan bir şey’dir. Sadece kendisi için olduğu haliyle olan, başka bir göz tarafından bakıldığında olmayan veya anlaşılamayan şey’dir.
Sadece kendisi baktığında kendini görebilen, başkası için görülmeyen, kavranmayan bir ‘özne’ ise, nesnel boyuttan yoksun, “nesnel-olmayan” bir özbilinçten başkası değildir.
Abartılı gelecektir belki, ama ülkemizde baskın özne yaklaşımı hemen hemen böyle bir şeydir ve haliyle gerisi de buradan türemektedir: Özne, bir kere tarif edilmiş ve kurulmuş bir kendinde-şeydir; oturduğu tepeden gerçekliği sürekli gözler, izler, çözümler ve kendini tatbik edeceği anı bekler. Bu an bir türlü gelmiyorsa sorun gözleyen, izleyen ve çözümleyen öznede değil, gerçekliktedir. Doğal olarak, özne, yılmadan, usanmadan, kendini asla sorgulamadan gerçekliğin özneyi hak edeceği hale dönüşmesini bekleyecektir.
***
“Günümüz Türkiye’sinde devrimci bir özne kim tarafından görülmektedir?” sorusunu sormamak için lafı dolandırmaya gerek yok. “Kim tarafından bakılmaktadır?”, dersek buna farklı bir yanıt verebiliriz: İşçi sınıfı, halk, çıkış arayan milyonlarca yurttaş etrafına böyle bakmaktadır. Ama “kim tarafından görülmektedir?” sorusunun yanıtını bu kadar gönül rahatlığıyla vermek mümkün değil maalesef.
Mevcut durumda, devrimci bir özne kendine/bize göre, işçi sınıfının öncüsüdür. Peki, işçi sınıfı açısından bakıldığında devrimci özne nedir, kimdir? Acımasız gelse de bu soruya yanıt vermek zorundayız: Hiçbir ilişki içinde tanımlanmayan, deneyimde ve gözlemde karşılaşılmayan, sadece kendisi için olduğu haliyle olan bir kendinde-şey’dir.
İşin trajik tarafı ise, bu durumun kanıksanmış olmanın ötesinde, teorize edilmiş ve savunulur hale gelmiş olmasıdır. Garip efsanelerin, nereden türediği bilinmeyen ‘ilke’lerin, bolca çarpıtılmış tarih anlatılarına dayandırılan modellerin kaynağında, öznenin statüsüne ve rolüne ilişkin bu marksizm-dışı yaklaşım yatmaktadır.
Bu cendereden çıkış için, artık özne hakkında düşünürken Marx’ın Hegel’den devraldığı devrimci özü hatırlamak, ona dayanmak şart. Yani mevcut gerçekliğin çözümlenmesinden (hatta, çözümlenmesinde) doğan; o gerçekliğe tatbik edilen değil, onun bağrında kök salan; gerçekliğin her dönüşüm uğrağında kendi statüsünü ve rolünü de yeniden üreten bir özne yaklaşımı.
Burada özetlendiği haliyle gerçeklik-özne ilişkisi bir kronoloji de ima etmez. Yani öznenin, gerçekliğin içinden kendiliğinden zuhur edeceği bir anı beklemek değildir mesele. Ancak, özne, gerçekliğin yapısına içkin, onun barındırdığı devrimci imkan ve eğilimleri özümsemiş, kendi statüsü ve rolünü de mevcut gerçekliğin bir başka gerçekliğe açılma potansiyelleri ile tanımlamış varlıktır. Böyle anlaşıldığı vakit, sadece var olduğu haliyle olan kendinde-şey yerine, Marx’ın gerçekliğin bağrında yakaladığı özneyi yaratmak mümkün.
Bu öznenin, başkaları, mesela işçi sınıfı için de özne olmasının, salt bir özbilinçten ibaret kalmayıp nesnel bir varlık haline gelmesinin tek yolu bu.
Nitekim, Marx, Alman idealist felsefesinin kendinde-şey’lere merakını çok iyi bildiği için şu sözleri sarf etmeyi ihmal etmemiştir: “Nesnel-olmayan bir varlık, bir yokluktur.”