İddiamız şudur: Bugün Türkiye’de sosyalizm teorik derinlik, düşünce üretimi ve kendi içinde tartışma kültürü açısından tarihinin en zayıf ve kısır dönemini yaşamaktadır…
Bu iddia tarihsel dönemler itibarıyla görelilik gözetilerek dile getirilmektedir. 1920’den başlatırsak, Türkiye’de sosyalist düşünce kuşkusuz kümülatif bir birikimi temsil etmektedir. Bugün sosyalistlerin, 1920’lerin, 1930’ların ve 1960’ların sosyalistlerine göre düşünsel açıdan daha “geride” oldukları söylenemez. Ancak geçmiş dönemlerde dünya ve ülke koşullarının sosyalistlerin önüne koyduğu gündemler bugünküne göre daha sınırlı ve netti. Sosyalistler de düşünsel üretimleriyle bunlara az çok yaklaşabiliyor, belirli bir uyum tutturabiliyordu…
Bugün böyle değildir; zayıflık ve kısırlıktan kastedilen de budur.
***
Oysa Türkiye’de sosyalist düşünce 12 Eylül karanlığının hemen ardından gelen, sosyalist sistemin çöküşüyle daha da yükselen ve tüm dünyanın üzerine çöken liberal dalgaya direnebilmiş, kendini bir şekilde yeniden üretebilmişti. Dahası, bu direnç ve dayanıklılık açısından Türkiye’deki sosyalist düşünceyi batıdakiler dâhil başka pek çok ülkenin önüne koymak da mümkündür.
Ancak, bu direnç ve dayanıklılığın sonrası gelmemiştir.
O zaman “şeytanın gör dediği” yere gelelim: Liberal dalga karşısında sergilenen ve övgüyü hak eden direnç aynı zamanda bugünkü kısırlığın da kaynağı olamaz mı?
Açıklayıcı tek neden olduğunu iddia etmiyoruz; ama görünen durum şudur: Liberal dalgaya karşı sergilenen direnç sonucunda ortaya çıkan “büyük kamplaşma” sosyalist düşünceyi adeta kıskıvrak yakalamış, esir almıştır. Artık, belirli çözümlemeler sonucunda ulaşılacak başka yerler, sonuçlar yoktur; bunlar peşinen “verilmiştir”:
Liberallik ya da ulusalcılık…
Öyle ki bugün sosyalistler düşünsel üretimleriyle sonuçta liberal ya da ulusalcı olmamaktadır; daha en baştan bu iki kamptan birine aittirler ve ne söylüyorlarsa bu aidiyetle söylüyorlardır…
Böyle bir ön kabul nasıl geliştirici olabilir ki?
***
Sosyalist düşüncenin az önce sözü edilen “esareti” söylenmesi gerekeni ağza tıkıcı, susturucu ve köreltici etkiler yaratmaktadır.
Örneğin, sanki sosyalist düşüncenin demokrasi konusunda liberal düşüncenin ötesinde söyleyecek sözü yoktur, olamaz… Sanki en “radikali” dâhil demokrasi üzerine her söz liberalizmin tapulu alanına yazılacaktır…
Örneğin, sanki sosyalist düşüncenin anti-emperyalizm ve yurtseverlik gibi konularda ulusalcılığın ötesinde söyleyecek sözü yoktur, olamaz… Sanki en “solcusu” dâhil bunlara ilişkin her söz ulusalcılığın tapulu alanına yazılacaktır…
Tamamen saçmalıktır; ama ne yazık ki etkili olmaktadır.
Söylenenler bizi daha önceki bir yazıda değindiğimiz “gri alana” götürmektedir (İleri, 27.07.2019). “Yukarıda” Marksizm’e ilişkin yepyeni keşifleri bekleyemeyiz. “Aşağıda” tamamen güncel duruma ve gelişmelere odaklanılması ise bizi en fazla bir tür vakanüvis yapar. Gelişkin düşüncenin de siyasetin de şekillenip gelişeceği yer, aradaki gri alandır.
Gelgelelim, iki kamplı dayatma etkilerini en fazla bu alanda göstermekte, el kol bağlamaktadır.
Sahi, biz bu muyuz?
Hep böyle mi kalacağız?
***
Sosyalist düşüncenin gelişmesinde sosyalizm içi tartışmanın (polemiğin de) yeri inkâr edilemez.
Ama o da yok.
Olan da az önce değinilen iki kampın birbirine yönelik salvolarından ibaret. Saçmalık o düzeydedir ki aynı kişi/çevre aynı anda hem “liberal” hem “Kemalist”; hem “Kürt düşmanı” hem “Kürt kuyrukçusu”, hem “geleneksel” hem “yeni” solcu sayılabilmektedir.
Önemli bir not daha düşüp bitirelim:
Gelişkin sosyalist düşüncenin pratikte hemen karşılığını bulacağını, insanları harekete geçireceğini vb. iddia etmiyoruz. Hareketin, her zaman “kendiliğinden” bir yanı olur. Gelişkin sosyalist düşünce ise, olmayan bir hareketi yaratmak için değil ortaya çıkan hareketlilikler karşısında aciz kalmamak, bunları bir yerlere yönlendirmeye an azından “çaba göstermek” için gereklidir.