Ülke genelinde siyasetin görece durgunlaştığı yaz aylarını geride bıraktık. Gerçi Türkiye gibi bir ülkede “durgunlaşma” konusundaki beklentileri yüksek tutmak mümkün değil; hem içeride hem de dışarıda birçok kritik gündem ve gelişmeye tanık olduk.
Yine de şimdilerde siyaset alanının daha da ısınmaya başladığını, gerek iktidar cephesinde gerekse muhalefet saflarında yeni dönemin adımlarının gözlendiğini söyleyebiliriz. Manzara o ki, Türkiye’nin önümüzdeki döneminde Saray Rejimi açısından da muhalefet güçleri açısından da son derece önemli gelişmelere tanık olacağız.
***
31 Mart-23 Haziran hezimetinden çokça söz edildi. Bu hezimetin nedenleri ve sonuçları hakkında da birçok değerlendirme yapıldı. Şimdi, tüm bunların gerçek siyasal süreçlere ve mücadelelere nasıl etki edeceğine kafa yormak, böylece yakın geleceğe dair daha berrak bir bakışa ulaşmak önem kazanıyor.
Hezimet dedik. Bu, aynı zamanda Saray Rejimi’nin hem inşa sürecinin hem meşruiyetinin hem de operasyonel kapasitesinin ciddi bir tıkanıklıkla karşı karşıya olduğu bir uğraktan geçtiğini ifade ediyor. Üstelik bu tıkanıklığın geçmişte denenmiş demokratikleşme, çözüm, çeşitli kesimlere yönelik açılımlar vb. gibi yollarla aşılması imkansız görünüyor. Özellikle ekonomi ve dış politika alanlarında çemberin giderek daralması da cabası.
Eğer, belirli bir süredir devam eden bir iniş eğrisinden söz ediyor ve 31 Mart-23 Haziran hezimetini bu iniş eğrisinin bir sonucu olarak değerlendiriyorsak; Saray Rejimi’nin o ya da bu yönde açılımlarla yeniden gidişatı lehine çevirmesinin imkansız olduğunu söylüyorsak; buna ek olarak, Saray Rejimi’nin ekonomik, siyasal ve ideolojik bunalımların üst üste bindiği bir “yapısal kriz” konjonktüründen geçtiğini saptıyorsak, akla gelen ilk ihtimalin 17 yıllık parantezin kapanma ihtimali olması garip değil.
Ancak o iş de o kadar kolay değil.
Daha açık bir ifadeyle söylersek, Saray Rejimi’nin zayıflamasına işaret eden tüm veriler, aynı zamanda onun gidişatı tersine döndürmek için atacağı adımların şiddetine de işaret etmektedir. Nitekim, Saray da kayyumlar aracılığıyla bu tercihin ilk adımlarını atmış oldu. Sadece kayyumdan ibaret olmayan bir saldırı dalgasının önümüzdeki dönemde de süreceğinden kuşku duymamak gerekiyor.
Sonuç olarak, yakın gelecekte, zayıflayan bir iktidarın eriyerek yok olması yerine, sahaya inerek çarpışması beklenmeli. Bu iktidar AKP olduğuna göre, söz konusu beklentinin somut karşılığı da faşizmin kurumsallaşması sürecinin mantıksal sınırlarına doğru ittirilmesi biçiminde olacaktır. Her ne kadar faşizme geçiş teklifinin veya zorlamasının düzen aktörleri tarafından genel kabul gördüğü söylenemese de Erdoğan’ın taktik imkanları ve gücü küçümsenmemelidir. Erdoğan, ciddi bir burjuva politikacısı ve lideri olarak kendi sınıfının anlık tercihlerinin ötesinde tercihler yapabilme, kendi tercihlerinin sonuçları çerçevesinde yeni uzlaşma/dengelenme zeminleri kurabilme becerisine sahiptir.
Bu anlamda, 31 Mart-23 Haziran süreçlerinin yarattığı beklentilerin iyimserliğine, halkta direniş isteğinin ve moralin yükselmesine rağmen, Türkiye’de Saray Rejimi’nin yıkılması, tasfiyesi veya dönüşümü kolay ve kesin değildir. AKP ve Erdoğan iktidarında somutlaşan Saray Rejimi, hala geniş bir desteğe sahiptir. Aynı zamanda devlet aygıtı üzerindeki hakimiyetini önemli ölçüde korumaktadır. Sermaye sınıfı içinde de azımsanmayacak bir güce yaslanmaktadır. Bunlar, hem Saray Rejimi’ne devam şansı vermekte hem de Saray Rejimi’nin yıkılması/tasfiyesi ihtimalinin sulh içinde gerçekleşmesini imkansız kılmaktadır.
***
Kabaca özetlediğimiz bu durumdan çıkartılması gereken ilk sonuç, AKP iktidarı ve Saray Rejimi’ne karşı mücadelenin önceliğini koruduğu olmalıdır.
Her şeyden önce, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Erdoğan gibi bir politikacının yapabilecekleri, Türkiye’de düzen aktörlerinin Saray Rejimi ile kurdukları bağ, iktidarın dünya kapitalist sisteminin genel eğilimleri ile güçlü bir rabıta kurabilmiş olması gibi etkenler Saray Rejimi açısından avantaj oluşturmaktadır.
İniş eğrisi saptaması doğru olmakla birlikte, bu saptama Saray iktidarının dizleri üzerine çökmek üzere olduğundan çok herkese diz çöktürmek dışında bir yolu kalmadığını anlatmaktadır. Haliyle, Saray Rejimi’ne karşı mücadele ilerisine atlanamayacak bir acil gündem olarak yerli yerinde duruyor.
Ancak bununla sınırlı değil.
İşin içinde bir de 17 yılın hesabının sorulması, Saray Rejimi’nin tümden yıkılması ve yarattığı tahribatın kökten giderilmesi var.
Kimi düzen aktörleri ve sermaye fraksiyonları arasında gözlenen arayışlar ve denemeler her ne kadar ciddi siyasal gelişmeler olarak izlenmeliyse de Saray Rejimi’nin defterini dürme görevinin tavsatılmasına izin verilmemelidir. Yıllardır AKP’ye direnen milyonlarca emekçinin biriktirdiği enerjinin, uysallaştırılmış bir “alternatif”e mecbur bırakılması, Saray iktidarının göstermelik jestlerle yargılanması vb. kabul edilemez bir tezgah olacaktır.
Ve sosyalistler, emekçilerle birlikte gidişata müdahale edemezse, kaçınılmaz olarak bu böyle olacaktır.
Yani, Saray Rejimi ile mücadele onun almaşıklarına, bağlaşıklarına, eski ortaklarına bırakılmamalıdır.
Şiiri biraz farklı yorumla tekrarlamanın tam yeridir o yüzden: Bitmedi daha, sürüyor o kavga…