Cumhurbaşkanlığı sistemi için referandumun yapıldığı 16 Nisan 2017 gününden 11 gün sonra bu sitede yaptığımız değerlendirme yazısını “Hayır kazanmıştır. Gelecek HAYIR’cılarındır!” cümleleriyle tamamlamıştık. Referandumun hemen ardından oyların çalındığını ispat etmek üzere hummalı bir faaliyet yürütmüş, kazandığımızı en azından toplumsal hafızada yerleştirmeye çalışmıştık. “Oylar nasıl çalındı?” başlıklı yazımız işte bu hummalı çalışmanın bir ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Daha çok teknik kimi bulguların yer aldığı yazıda, siyasi bir iddiayı da ortaya koymuştuk.
İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerinde dün ortaya çıkan tablo, “HAYIR” kampanyasında ortaya çıkan dinamiğin seçimi kazanmasıdır. Bulunduğumuz politik çizgiden, dünya görüşümüzden bağımsız olarak, Türkiye’deki toplumsal-siyasal hareketliliğin bu yönde ilerlediği objektif şekilde görünmektedir. Bu yönde de devam edeceğini de tespit etmek gerekir. Bu tespitler, hangi toplumsal zemin üzerinde hareket ettiğimizi göstermesi bakımından önemlidir.
Yalnız, yanlış anlaşılabilecek bir noktayı açıkça belirtmeliyim. Seçim galibiyeti, söz konusu HAYIR dinamiğinin, kendi içinden bir aday çıkarabilmesi, özellikle ekonomik yıkım ile AKP-MHP blokundaki yıkımdan etkilenen emekçilere bir alternatif sunabilmesiyle mümkün olmuştur. Burada kapalı iki kamptan söz etmek doğru değildir. Geniş emekçi kesimlerinin yönelebileceği bir zemin oluşmuş ve bu zemin kendini genişletmeye başlamıştır.
24 Haziran itibariyle kritik bir aşamaya geçilmiştir.
Öncelikle, Saray’ın öncülüğünü yaptığı “faşizm” tehdidi bertaraf edilmiş değildir. 31 Mart’tan 23 Haziran’a kadar geçen süreçte AKP-MHP cephesinde yaşanan paniğe, politik hatalara, ekonomi, dış ve iç politika alanlarında ortaya çıkan sorunlara ve rezil bir süreç yönetimine rağmen Binali Yıldırım’ın yüzde 45 civarında oy aldığı gözardı edilemez. Koltukta kalmak için her türlü cambazlığı yapabileceğini ortaya koymuş bir siyasi hareketin bu oyu alabilmesi sosyolojik ve siyasal bakımdan değerlendirilmeye muhtaçtır. Söz konusu oy desteği ve Saray Rejimi’nin şu ana kadar yeterince veri biriktirdiğimiz karakteri bize yeni baskıcı-faşist hamlelerin gelebileceğini anlatmalıdır. Buna, Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’u fiilen ya da hukuken yönettirilmemesi de dahildir. Hatta Ankara başta olmak üzere muhalefetin elindeki belediyeleri de etkileyebilecek kimi yasal veya idari adımlar da atılabilir. Dahası, faşizan adımlar, iktidar cephesinde yaşanabilecek olası çatlaklara bir önlem olarak da pekâlâ devreye girebilir. Bizce bu adımlar başarısız olmaya, istikrarsızlık yaratmaya mahkûmdur ancak Saray Rejimi’nden “normallik” beklemek doğru değildir.
İkinci olarak, karşı cephede çok yönlü çekiştirmelerin hemen devreye gireceği açıktır. Düzen siyaseti açısından akla en yatkın senaryo olarak, AKP’den savrulanlarla CHP-İyi Parti birlikteliğinin buluşturulması istenecek, böyle bir ortaklaşma zeminine “dış desteğin” de geleceği söylenecektir. 17 yıllık AKP iktidarının ardından herhangi bir yeni yönetimin kolay kolay tesis edilemeyeceği zaten açıktır. Öte yandan, AKP+MHP gerici, faşist blokunun ve Saray Rejimi’nin karakterinin, kendi beka sorununu çatışmaya çevirmesi de ihtimal dahilindedir. Ayrıca, AKP’den savrulanlar, CHP ve İyi Parti şeklinde olası bir bileşimin iç kompozisyonu da istikrar vaat etmemektedir. Dünyada ve Türkiye’de dönem “aşırılıklar” dönemidir. Böyle bir konjonktürün “Türkiye uzlaşısı” gibi emekçi düşmanlığı tescilli bir söyleme dahi alan açması kolay değildir.
Öyle ya da böyle, hemen bugün veya birkaç gün sonra, karşımıza HAYIR dinamiğinin yönünün ne olacağı sorusu çıkacaktır. Yukarıda söylenen “kritik aşamanın” bir boyutunu da bu oluşturmaktadır.
Öyleyse, HAYIR dinamiğinin kökleri irdelenmelidir.
HAYIR’ı önceleyen toplumsal hareketlilik Gezi Direnişi’dir. Evet, bugün Silivri’de yargılanmakta olan Gezi’den bahsediyorum.
Gezi Direnişi, kabuğunda, en dış çeperinde ne olursa olsun, “sol”, “eşitlikçi, özgürlükçü ve kardeşlikten yana” bir hareket olarak filizlenmiştir. Çekirdeğinde bu öz mevcuttur. Bu satırlar bir uyarı olarak okunmalıdır. HAYIR dinamiği kendiliğinden ortaya çıkmamıştır ve bu dinamiğin oraya buraya çekiştirilemeyeceğinin en önemli kanıtı da arkasını dağ gibi Gezi’ye yaslıyor olmasıdır.
Yönü tayin edecek de, eksiğiyle fazlasıyla Gezi olacaktır…
“Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” yanlısı karakteriyle… Dayanışma fikriyle… Uzlaşmaz ve direnişçi iradesiyle… Gençliği ve yaratıcılığıyla…
Ya eksiği? Eksik bizim eksiğimizdir.
Direnişe katılan 11 milyon civarında insanın çok büyük bir çoğunluğunu emekçiler oluşturmasına rağmen, emeğin kurtuluşuna işaret eden talepleri üretememiş olmamız mesela…
Direnişe yeterince örgütlü girememiş, oradan da örgütsel ağlarımızı, meclislerimizi henüz yeterince güçlü şekilde çıkaramamış olmamız mesela…
Şimdi bize ikili bir görev düşüyor.
Önce, faşizm tehdidini tarihin çöplüğüne atacağız. Saray Rejimi’ni yıkacağız.
Bunu yaparken de Gezi’den ders alacak, onun kılavuzluğuna güveneceğiz: Gezi varsa AKP’cilikle uzlaşı yok!